İnsanın hayatının çeşitli dönemlerini araştırmada birinin hayatı, başkasının hayatı için ölçüt kılınamaz ve genel mantıksal kural durumuna getirilemez. Çünkü insan, sadece fidandan ağaç olmaya dek olan yolu kateden bir ağaç olmayıp kimi zaman hiçten herşeye ulaşan, kimi zaman herşeyden hiçe düşen ve hayatı iniş ve çıkışlarla dolu olan bir varlıktır.
Bu yüzden her bireyi, genel ve mantıksal formlarla değil, ayrı ve doğrudan araştırıp incelemek gerekir. Marx da bu kuralın dışında kalamaz.
Marx, bu dönemde Hegel’in öğrencileri arasında yer alan bir öğrencidir. Soyut görüşlü ve soyut düşünen idealist bir filozof olup, hayat, gerçeklikler, toplumsal sistem, sınıflar, ulusların yazgıları konusunda ve yeryüzünde ve insanlığın hayat gerçekliğinde olup biten üzerinde düşünmez. O, soyut ve mutlak bir idealisttir. Bu dönemde ona Filozof Marx adı verilmektedir.
Buradan başlayarak Hegel’in takipçilerinde parçalanma ortaya çıkar. Bir grup, üstadın araştırmalarında onunla aynı çizgide yer alırken, başka bir grup da üstattan ayrılarak bağımsız ve yeni değerler elde ederler. 19. yüzyılın ilk yarısında Almanya, İngiltere ve Fransa’da toplumsal savaşımların başlaması, 1860–1870 yılları arasında işçi savaşımlarının doruk noktaya ulaşması, Hegel’in öğrencilerinden bir grubu kendisine çeken birtakım çekimler oluştu. Marx ise bunlardan biri olup yavaş yavaş soyut/zihinsel felsefî düşüncelerinden kurtulmakta ve toplumsal konulara ve halkın hayatına ilgi göstermektedir. Hegel öğretisinden aldığı bilim ve felsefe temeline dayanarak iktisadî, toplumsal ve sınıfsal -şiddetle gündemdedir- konuları çözümlemeye koyulmaktadır. Bu aşamada Marx, St. Simon ve Proudhon gibi yükümlü bir toplumbilimci olup aynı zamanda Proudhon’un yandaşı ve çağdaşıdır; fakat birkaç yıl ihtilaf içinde olmuşlardır. Proudhon, Fransa -gerçekteyse Almanya, Fransa ve İngiltere- işçilerinin önderliğini üstlendiği sırada Marx, tanınmamış bir gençtir ve hatta Proudhon’un karşısında yer almış olup herkesten daha geç olarak komünizme inanmıştır.
Proudhon, mülkiyet ve sömürüye karşı en büyük sınıf, işçi ve devrim şiarlarını ortaya koymaktadır. Öyle ki bugün Marx’a nispet edilen sözlerin çoğu Proudhon’a aittir. Proudhon’un adı, Marx adının görünüşü altında yitip gittiği için onun bütün toplumsal ve bilimsel çalışma ve hizmetleri fatihe ait olmaktadır.
Başlangıçta, Proudhon, işçilerin önderi, kahramanı ve putu, işçi ve proleterya devriminin sembolüdür. Marx ise toplumsal konulara yeni yönelmiş ve yavaş yavaş komünizme inanmaya başlamış filozof yapılı bir gençtir. Bu yeni inancın filizlenmesinden önce Marx, uzun süre Proudhon’la savaşımda bulunmuş ve bireysel, politik, hatta diplomatik çekişmeye girmiştir.
Burada, toplumsal, mantıksal ve psikolojik konularda bireysel önemi göz ardı etmemek -bütün araştırmacıların yaptıkları gibi- ve mantıksal çözümlemeye girişmemek gerekir. Çünkü tarihsel ve toplumsal gerçeklikler ve bireysel hayat, her zaman aklın ve mantığın ilkeleriyle uyumlu değildir ve insanlar sürekli olarak dakik mantıksal muhasebeyle davranmazlar. Örneğin kimi ashab konusunda derler ki adalette şöyle, İslam’a hizmette böyle olan ve İslam’a girişle garip İslam’ı güçlendiren ve yirmi üç yıl boyunca Peygamber’e hizmette vefalı kalmış olan kimseler nasıl olup da Peygamber’in görüşünün tersine Ali’yi kenara itmişler, seçim girişimi ve darbesiyle kendi bantlarını güçlendirmişler ve Ali’yi kendi kesin hakkından yoksun bırakmışlardır?
Bir dostum diyordu ki birisi falancayı övüyor ve kusurlarını -geç gelmek ve sigara içmek gibi- görmezden geliyordu. Çünkü böyle bir düşüncesi bulunan bir kimsenin kusurlu olduğunu kabul edemiyordu. Kusurları bulunduğunu kabul eden bir başkası da onun erdemlerini inkâr ediyordu. Çünkü erdemliyken kusurlu olmak, kusurluyken erdemli olmak olanaksızdır. Bir kişi, kendi selametini ayırt edemezse, nasıl olup da toplumun selameti için çalışabilir? [Mantıklı sonuç; Öyleyse bütün sözleri boştur.] Mantıksal çözümlemeyle çözümlemenin en mantıksız türüne ulaşmış olduğumuzu görüyorsunuz. Öyleyse neyle araştıralım? Ortaya çıkmış ve var olan olgularla. Kişiler konusunda da böyle. Çünkü insan, tuhaf bir varlıktır ve mantıksal çözümlenmesi olanaksızdır.
Çünkü kendisi, mantıksal kıyasa sığmayacak ölçüde mantıktan daha karmaşıktır. İnsan, iki öncülle bir sonuçtan oluşmaz. Onda sonsuz etkenler etkilidir ki sayılamaz ve her edimi, sonsuz nedenlerin sonucudur, bu nedenlerin incelenmesi günümüz insanbilimcisinin araştırıcı düşüncelerinin üstesinden gelemeyeceği bir olaydır. Örneğin Marx’ın kendisi, tarih için bir yazgı öngörür, ama doğru çıkmaz bu; Der ki önce Almanya komünist devrime ulaşır, sonra İngiltere, sonra Fransa, sonra Amerika ve hepsinden sonra da Rusya. Doğru olarak bakarsak ters dönmüş bir gerçek olduğunu görürüz; Hepsinden önce komünist devrimin gerçekleşmesi gereken Almanya’da faşizm güç kazanır ve her yerde olduğundan daha fazla, proletarya ve sosyalizm hareketini yok eder. Bunun yerine Marksist devrim, Afrikalı kabilelerde ve bedevi toplumlarda oluşur.
Öyleyse Marx, bilimsel yasaya göre tarihin değerlendirilip çözümlenmesinde yanılmış ve kayma durumunda kalmış mıdır? Hayır. Öngörüsü doğru çıkmamışsa bu, toplumsal ve sınıfsal konuların değişiminde, sadece elde bulunan tanınmış nedenleri öngörüsüne temel olarak almasındandır. O, bu etkenlere göre ve bu diyalektik yasaya uygun olarak doğru bir öngörüde bulunmuştur, ama öngörülemeyen etkenler, ansızın ortaya çıkan ya da bilinemeyen olgular, insan iradesinde, bir nesil ve sınıf içerisinde oluşarak bilimsel ve mantıklı bütün hesapları altüst eder.
Bu yüzden Marksizm -ki günümüzün sorunlarıyla ve tarihsel değişimi bütün toplumbilimsel öğretilerden daha çok tanımakta ve bilmektedir- 20. yüzyılda ortaya çıkan konuları anlayıp çözümlemekten bile acizdir. Ben Marksizm’i -öteki öğretilere oranla- iyi okudum; bu öğretide ortaya konan ve benim okumadığım çok az büyük eser vardır. Fakat hiçbir zaman, tarihin diyalektik çözümlenmesi yoluyla ve toplumbilimsel Marksist görüşe dayanarak, sanayi, düşünce ve kültür bakımından ilerlemiş Almanya’da 1933’te faşizmin ortaya çıkışını çözümleyen ve ne olduğunu, niçin olduğunu söyleyen bir makale veya konferans bile görmedim. O kadar ki Gurvitch gibi toplumbilimcilerden duyduğum yargı, irdeleme ve çözümlemeler, büyük bir Marksist düşünürünkinden daha mantıklı ve yaklaşık olarak daha kabul edilebilirdi.[1]
Uyuşum sermayedarlığı, 19. Yüzyıl Marksistinin tanımadığı, öngörmediği ve sözünü bile edemediği bir sermayedarlıktır.
20.yy. devrimi için, 19. yy. Marksistlerince öngörülen etkenlerden biri, sermayedarların, dünya çapında sermayedarlığın çöküşüne neden olabilen rekabetleridir. Çünkü rekabet, malın ederini azaltmaya sermayedarı zorunlu kılmakta, bir yandan da hammadde harcaması belirli ölçüde yükseldiği için sermayedar, personel giderlerini azaltarak, makine ve hammaddeyi kısarak bu artışın belini kırmaya çalışmaktadır. Malın kıymetini düşürmezse pazarı yitirir ve rakibe kaptırır. Üçüncü yol, üretim düzeyini artırarak, daha ucuza satış yapabilmek için üretim giderini azaltmaktır. Bu durumda da enflasyon baş gösterir ve iş, kimi ünlü enflasyon bunalımlarında tanık olduğumuz ve milyarlarca dolarlık sanayi malının denize döküldüğünü ya da yakıldığını gördüğümüz duruma dek ilerler.
Bu çatışmada, sermayedarlık şiddetli bir baskı altında kalır ve hayatta kalabilmek için, işçiyi sömürmeyi yoğunlaştırır. İşçi de geliştiği ve düşüncesi genişlediği ölçüde sınıfsal sıkışıklığı artar. Burjuvazinin ve harcama alanının gelişmesi, onun harcama ve gereksinimini artırır ve her gün daha çok ücret ister. Rekabete düşmüş olan sermayedarsa işçinin ücretini azaltmak zorundadır. İşte bu son çatışma, devrime neden olur. Öngörünün doğru olduğunu ve sermayedarlığın kalbinde kaynayan devrimin kesin olduğunu biliyoruz; rekabet sermayedarlığı söz konusuysa tabiî ki. Fakat sermayedarlık, şekil değiştirir ve kendisini tehdit eden tehlike karşısında uyuşum sermayedarlığı hisarları içine sığınarak devrimin saldırısından korunur.
Öyleyse rekabetin -ki Kabil’den bugüne dek tüm dönemlerde sermayedarlığın belirgin durumuydu- ortadan kalkması ve sermayedarlıkların uyuşum içine girmeleri ile 19. yy. Marksizm’inin öngörüsü etkisiz kaldı. Çünkü Marksizm’in toplumbilimcileri, devrimi öngörürlerse -ki öngörmektedirler- sermayedarlığın toplumbilimcisi de devrimi önlemeyi sağlar ve uyuşum sermayedarlığını oluşturur. Bu yeni sermayedarlık, işçileri galeyana getirmek ve proletarya devrimini gerçekleştirmek yerine, Avrupalı ve Amerikalı işçiyi işe alarak üçüncü dünyanın sömürülmesine onu ortak kılar. Marx’ın öngörüsünün doğru iken yanlış çıktığını görüyoruz. Çünkü insanî bilinç etkeninin işin içine girmesi, bilimsel/mantıksal öngörüyü engeller. Bu, tam olarak şuna benzer; Meteoroloji, falan yerde kar yağacağını, güneşin doğup karın erimesiyle şehri sel götüreceğini öngörür, ama böyle olmaz. Fakat bu, bilimin yanıldığının kanıtı olamaz, çünkü her şey doğru olmuştur.
Bununla birlikte sel ve yıkım gerçekleşmemiştir. Çünkü insanın irade ve bilinci işin içine girmiş, kendi bilgisiyle havayı farklılaştırmış, yeni nedenleri kullanarak neden sonuç zincirini değiştirmiştir. Buysa, öngörülmesi olanaksız bir şeydir.
Yapılan ‘İki Bin Kongresi’nde, 2000 yılında, durumumuzun [doğuluların durumunun] şu ankinden otuz kat daha kötü olacağını ve Batınınsa daha iyi olacağını öngörmüşlerdir. Böyle bir öngörüde bulunurken en dakik iktisadî kayıtlara dayanmışlar, şu anki üretimi, insanın çalışma ölçüsünü, iktisadî kayıt ve ilişkileri teknik düzeyi, sanatı, bilimi, çalışma gücünü, mevcut yönetimi, olasılıkları ve bütün gizli güçleri dikkate almışlardır. Hesapları öyle dakiktir ki elektronik hesap makinesiyle da kontrol etseniz onların aldıkları sonucu alırsınız. Fakat bu hesapta unutulan ve öngörülemez olan şey, insan faktörüdür. Bu, üçüncü dünyada, dakik iktisat, bilim ve teknik kayıtlara karşın bilinç ve imana ulaşabilecek, iman ve bilinçten kaynayan mucizevi enerjiyle -bu fizik, iktisat, toplumbilim ve tarih felsefesi için anlaşılamaz, hesaplanamaz ve öngörülemez bir şeydir- onca hesabı altüst edecek ve bütün nedenleri yok ederek üçüncü dünyanın yüzünü ve yazgısını değiştirecek bir insandır.
Örnek olarak, dünün ve bugünün tarih ve coğrafyasında, uzun süreler, gerilemenin ve geri kalmışlığın timsali olan ve büyük karanın kumarhanesi ve fuhuş yuvası durumunda bulunan ülkelere ve uluslara bakıyoruz. O zaman, toplumsal bilinç, sorumluluk ve iman adındaki güç, bu geri öğelerden ve bozuk bireylerden, dünyanın yazgısına egemen güçlerin bellerini büken ve Batılı toplumbilimcilerin ve iktisatçıların grafiklerini işe yaramaz duruma getiren nice kahramanlar ortaya çıkarmış, nice güçler yaratmıştır.
Sen, mantık ve toplumbilim diyorsun; buysa gerçeğin ta kendisi.
Her tarihten daha çok tanışık olduğumuz İslam tarihinde hicretin ikinci yılında, en görkemli ve en büyük İslam savaşında [Bedir’de] İslam ordusunun bir avuç medeniyetsiz ve kültürsüz Arap’la, savaş aracı olarak sadece kılıçları olduğu halde, kendisini hem de sadece bin kişiyle nasıl ortaya koyduğunu görüyoruz. Hicretin üçüncü yılında Uhud Savaşı’nda, Abdullah Ubeyd üçyüz adamını götürünce, aynı İslam ordusunun üçte birinin heba olduğunu görüyoruz. Aynı ordu, hicretin on birinci yılında [Peygamber’in ölümünden bir yıl sonra] yani Uhud Savaşı’ndan dokuz yıl sonra, öyle bir güce ulaşmıştır ki korkunç -coğrafya bakımından- Arabistan çölünü bir tufan gibi dolaşır; bir yandan Roma’ya, öte yandan İran’a saldırır ve her ikisine de beş yıl boyunca diz çöktürür. Bu ise, Theodor ya da Herakleus’un Arabistan adalarının kuzey kesimindeki Araplar arasında, Arabistan’da Roma yanlılarına bağlı olan ve Bizans uygarlığını yakından tanıyan yüz bin kılıçlı adamı bulunduğu bir sırada gerçekleşmiştir. Yine aynı dönemde bir uyuşma ordusu -Bizanslı ve Arap- iki yüz bin silahlı kişiyle Müslümanlara saldırıyorlardı.
Hangi toplumbilim, iktisat ve tarih felsefesi hesabı, bütün bilginleriyle ve bilgisayarlarıyla, uygarlıktan yoksun ve teknikten, bilimden nasipsiz böyle bir halkın, birkaç yıl içinde -beş, on ya da on iki yıl içinde- hem bilime sahip bulunan; hem bilgini, filozofu, tarihi, uygarlığı, tekniği, kaleleri çökerten modern silahları [mancınık vs.] olan bu iki büyük devi devirebileceğini söyleyebilir?
Bu, hesap edilemez bir şeydir. Çünkü bunun etkeni, bir neslin ya da grubun irade ve kararı olup bu irade ve karar bir anda kullanılırsa, tarihin yazgısını değiştirir, bilimsel dakik öngörüleri çürütür. İrade olmazsa ve karar alınmazsa, tarih bilgini de -mevcut ölçü ve ölçülere göre hesapladığından- daha geride kalacaktır. Bunun örneğiyse, birçok kez Bizans ordusunu yenen, ama İslam ordusu karşısında kardan aslan gibi eriyen güçlü İran ordusudur. Bu ordunun Rüstem’i, tarihimizin ünlü kahramanı olmasını sağlayan görkemiyle, düşmanla henüz karşılaşmadan ağlayıp sızlamaya başlar ve kardeşine, mahvolduğunu, usturlaba bakıp durumun çok kötü olduğunu gördüğünü anlatan acıklı bir mektup yazar.
Ne onu, ne bunu -hiçbirini- toplumbilim, iktisat ve tarih felsefesi anlamaz. Marx da anlayamadı, öngöremedi. Bu gerçeği anlamamak ve ona inanmamak, insanlığın sıkıntı ve mutsuzluk çektiği bütün bilgisizlik ve cehaletlerden daha sıkıntı verici ve mutsuz kılıcıdır.
Çünkü bu, tarih belirleyiciliği ve tarih felsefesi esasınca, insana inanmamaktır.
Bu sözleri söyleyen benim, tarih felsefesine, tarihin belirleyiciliğine, toplumbilimsel ve tarihsel çözümlemelerin bilimsel oluşuna vakıf olduğumu ve inandığımı görüyorsunuz.
Marx’ın felsefesini anlamak için, onun özel ve kişisel yaşayışının iki dönemini göz önüne almanın gerekli olduğunu söylemiştim. Çünkü kişisel biyografinin bu iki döneminin onun toplumsal rolünde, hatta ideolojisinde etkili olduğuna inanıyorum. Bu iki dönemden biri, genç Marx dönemidir. Bu dönemde genç ve filozof yapılı Marx, kendi başına aşktan uzak kalamaz. O, bir kıza şiddetle âşık olur ve yakıcı şiirler yazar. Şu anda Almanca şiirlerinin toplandığı kitap mevcuttur ve bunun bir bölümü de Fransızcaya çevrilmiştir. Mantıksal irdeleme ve çözümlemeye başvurmak istersek böylesine yakıcı şiirlerin Marx’a değil [14. yy. İran şairi] Selman-ı Sâvecî’ye ait olduğunu söylememiz gerekir. 19. yüzyılın din karşıtı Alman toplumunun[2] ruhanileri, din karşıtı Marx’ın[3] bir mü’min kızıyla evlenmesine şiddetle karşı çıkarlar. Bu ise Marx için, onun bu dönemde yazdığı eserlerinde -hatta toplumbilimcilik döneminde de- açıkça görülen ve dine karşı cephe alışında etkili olan bir ukde olur.
Kasaptan eve gelinceye dek, etin sarılı bulunduğu gazeteyi okuyan ve örneğin Freud uzmanı olan ayak üstücü dâhilerin, konuyu dinlemeye fırsatları olmadığı için ‘ukde’nin basit bir tanımını yapmak zorundayım.
Kasaptan -örneğin- alınmış gazete parçasında yapılan tanımın tersine ukde, aşkta kaybetmeden doğan, cinsel bir hastalık[4] olmayıp ukde sahibi insan da hasta değildir. Tersine, ukdesiz bu insan, insanlıktan sadece boy pos olarak nasibini almıştır, gelir gider, onun varlığından kimsenin haberi olmaz.
Ukdeleri ve gereksinimleri bulunan insanlar, bir hareket oluşturamamışlar, bir şey ele geçirememişler, kıramamışlar ve yapamamışlar.[5]
İnsani ukdeler, inançtan, yükümlülükten ve sorumluluktan kaynaklanıyor. Ukde ve dert sahipleri inanç sahipleridir.
Gece yarısı, evinden -Kufe’de- çıkıp şehirden uzaklaşan ve şehrin çevresindeki hurmalıkların sessizliğinde ağlayıp inleyen, kendi insanî dertlerini, ukdeden anlamayan aşağı insanların utanmaz gözlerinden, kulaklarından uzak tutmak, aslanın inleyişini tilkilere duyurmamak için başını kuyulara sarkıtan kişidir dertli olan.
Kufe minberinde, konuşması sırasında zamanın derdinin şiddeti yüzüne vuran kişidir dertli olan. Yoksa kurumlanarak minbere gelenlerin ne derdi olabilir? Hafız’ın deyişiyle;
“Benim takvam tamdır. Şehrin güzellerine minberde cakas atmam.”
Marx ve öteki Hegel öğrencileri ahlakî sosyalizm döneminde, insanın düşmanı ve aline edicisi diye, burjuvaziye şiddetle saldırırlar. Onların fikirdaşı ve hizipdaşı olan, burjuvazinin insanlık karşıtı bir facia olduğuna inanan ve her yazısında ve konuşmasında ona saldırmaktan geri durmayan Marx, her şeyden çok iki konuya dayanır; Biri para -ki ahlakî sosyalizmdeki ve komünizme ulaşmadan önceki fikirdaşlarıyla bunda ortaktır- ötekisi de insanın züht ve takva yoluyla alinasyonu; daha çok buna dayanır ve bu onun uzmanlık alanıdır. Züht ve takvanın da burjuvazi ve paracılık gibi insanı aline ettiğine, olumsuzladığına, bozduğuna ve kendine yabancılaştırdığına inanır.
Ruhanilerin ve zahitlerin karşı çıkmaları nedeniyle sevgilisine kavuşmaktan yoksun kalan Marx, aşk özgürlüğünü ve cinsel özgürlüğü savunurken, züht konusunu burjuvazi konusunun yanı başında ele alır. Oysa onların savaşımları, sınıf karşıtı bir savaştır ve halk kitlesi yararına, bir sınıfta savaşmaları, felsefî ve psikolojik tartışmaya girişmemeleri gerekir.
Zühdün alinasyonunun, sınıfların iktisadı konusuyla hiçbir ilgisi yokken Marx, her şeyden çok ona dayanır ve tuhaf bir hassaslık ve hasretle, şaşırtıcı bir kindarlıkla ele alır ki bence zühdün alinasyonu onun şiir kitabının ikinci cildidir.
[1] Burada Schweitzer'in "Marksizm Düşüncesinin Yeniden Gözden Geçirilmesi" adlı makalesiyle Henry Letebure’in -20. yüzyılın evrensel Marksizm’inin kabul ettiği ve Marksizm’in fikir ve ideoloji mercii olan Marksist- "Faşizm" ve "uyuşum sermayedarlığı" konularını ele aldığı kitabına sizi havale ediyorum.
[2] İki dünya savaşından sonra Almanya, bildiğimiz şekle girer. Yoksa 19. yüzyılda Almanya, Avrupa'nın en dindar toplumudur. Fransa ve Lehistan ikinci, üçüncü sırada yer alır.
[3] Kimilerinin düşündüklerinin tersine, idealistlik dinli olmayı gerektirmez; din karşıtı birçok idealist vardır.
[4] Bu müminlerden biri, bir yerden bana şöyle yazmıştı: "Siz, kitaplarınızda, ukdenizin bulunduğunu yazmışsınız. İşte bu yüzden kimilerine saldırıyorsunuz." Ukdenin cinsel hastalık ve yenilgiyle ilgili olduğunu duydu ya! Benim öyle bir ukdem varsa niçin sana saldırayım?
[5] Oldukça kültürlü ve bilgili olan; ama taş devrinde yaşıyormuş izlenimi veren bir insan görürüz! Kimi zaman bir şeylere üzülür; insan onun üzülüşünden, bu tasaların huzur ve tasasızlıktan olduğunu anlar. Arkadaşlardan biri anlatırdı: Bir toplantıya gittim. Birinin konuştuğunu, bir bakana saldırdığını gördüm. Hem de ne saldırı! Ben, bu pervasızlık yapıyor dedim. "Bu ne biçim memleket; kimleri bakan yapıyorlar? Böyle bir posta kurumunu ne biçim adamlara veriyorlar? Memlekette adam mı kalmadı?" diye veryansın ediyor. Gazetede, bu adamın bir memleketin bakam olduğunu okuyorum. "Eleştiri" diyor. Oysa eleştiri yerini bulmamış! Bu kişinin üzüntüsünden, oldukça huzurlu olduğu anlaşılıyor! O, bir başka dünyada yaşıyor. Sıkıntıları nasıl algılıyor! Tıpkı, bildirisinde şunları yazan Maliye Bakanlığı gibi: "İçteki üreticiler karşısında istismar edilmemeleri ve baskı altında kalmamaları gereken İranlı tüketicilerin durumuna uygun davranmak amacıyla, İran'da benzerleri üretilemeyen birtakım malın ithalini serbest bıraktık ve genel ihtiyaca göre bunları belirledik: İran halkının sıkıntısını çektiği şeylerden biri suni tırnaktır!" Mari Antuant'ın yanına gitmişlerdi de o sormuştu: "Bu devrimciler ne diyorlar?" "Bunlar, ekmek istiyoruz, diyorlar." demişlerdi. O da "iyi, istesinler." demişti. Demişlerdi ki: "Kıtlık oldu; siz de bütün buğdayı Avusturya'ya sattınız. Bunların ekmekleri yok." O da "İyi, öyleyse çikolata yesinler"[!] Toplumsal rahatsızlıklar böyle saptanıyor!