Geriye dönüp baktığımızda Müslümanların estetik diye bir sorunları olmadığını; böyle bir disiplini kurma gereği duymadıklarını gözlemlemek mümkündür. Geleneksel toplumlar dinin merkezde olduğu bir yapılanma içindedirler. Kurumlarını, toplumsal ilişkilerini, siyasetlerini, iktisatlarını ve sanat konusundaki kanaatlerini merkeze göre kurarlar; daha doğrusu merkez, değerleri üreterek devletin ve toplumun referanslarını oluşturur. Tevarüs ettikleri gelenek ve görenekleri içselleştirdikleri için onları doğal kabul ederler, başka deyişle onları, toplumsal hayatı düzenleyen dini ilkeler olarak görürler. Böylelikle yaşadıkları hayatın aynı zamanda dini bir hayat olduğunu düşünürler.
Geleneksel toplumlarda, sanatın doğup beslendiği değerlere bakıldığında şöyle bir totolojiye gitmek sanırım yanıltıcı olmayacaktır: Güzel iyidir; iyi doğrudur; doğru faydalıdır; elbette güzel olan doğaldır. Tersinden düşünürsek: Çirkin kötüdür; kötü yanlıştır; yanlış zararlıdır; elbette çirkin olan sunidir. Yani Allah’ın yarattıkları güzeldir; tevhidin tezahürüdür; birliktir. Çirkin kulların işidir; şirkin tezahürüdür; çokluktur. Bu bakımdan geleneksel Müslüman toplumlarda sanat dinden ayrı ve bağımsız olarak değerlendirilmediği için, ayrıca İslami değerlerden farklı bir sanat düşünülmemiştir. İslam’da dini-dünyevi ayrımı bulunmadığından, az önce değindiğimiz gibi zaten onlar dini bir hayat yaşamaktadırlar ve her şey bu hayatın içinde bir bütün olarak cevelan edip durmaktadır.
Geleneksel toplumlarda iman, ahlak, sanat ve düşünce kendi doğallığı içinde yan yana ve iç içe yürüyüp gitmiştir. Bu bağlamda Müslümanlar için sanat, yaratılmış olması hasebiyle zaten bizatihi güzel olanı belirgin hale getirme, ortaya çıkarma ve duyulur, görülür kılma çabası olarak düşünülebilir. Allah’ın yarattığı ayetlere dikkat çektiği için faydalıdır; üzerinde taşıdığı ima nedeniyle doğrudur; imaen gösterdikleri iyidir; bütün bunları yapabilmek için kurduğu simgeyle ayet arasındaki uzlaşımsal mütekabiliyetler nedeniyle de güzeldir. Çünkü ayetler Allah’a yöneltir ve Allah’tan söz eder.
Modernleşmeyle birlikte geleneksel dini hayatı belirleyen merkez tahrip edildi. Merkez dağılınca doğal olarak bu bütünlüklü hayat sona erdi. Geleneksel yapılar yıkıldı, değerler üzerindeki mutabakat dağıldı ve çok parçalı bir hayat kendini derinden derine hissettirir oldu. Çokluğun, parçalılığın yani merkezsizliğin zorunlu sonucu olarak, birbirinden bağımsız birçok disiplin doğdu. Böylesi bir parçalanma karşısında Müslümanlar yaşadıkları travmayı atlatmak için her şeyi yeniden ele alıp tanımlamak, bir disipline oturtmak ihtiyacını hissettiler. Zaten Batı’da estetik tartışmaları da 18. yüzyılın ortalarında, daha çok bedene ilişkin bir söylem olarak doğdu. “Bu terim, ilk elde sanata değil, fakat Grekçe aisthesis sözcüğünün belirttiği gibi, çok incelmiş kavramsal düşünce alanına karşıt olarak, bütün insani algı ve duyum alanına gönderir. ‘Estetik-olan’ teriminin, 18. yüzyılın ortalarında, ilk kez yürürlüğe soktuğu ayrım, ‘sanat’ ile ‘hayat’ arasındaki ayrım değil, fakat maddi-olan ile maddi-olmayan arasındaki ayrımdır: Şeyler ile düşünceler, duyumlar ile tasarımlar arasındaki ayrım ve zihnin gizli oyuklarındaki belli belirsiz bir varoluşu yöneten şeye karşıt olarak bizim yaratılmış hayatımıza ilişkin olan şey.” (Terry Eagleton,Estetiğin İdeolojisi, (yayıma haz.: Bülent Gözkân), Özne Yay., İst., 1998, s. 25).
Estetiğin, örneğin ahlaktan, güzelden ve diğer disiplinlerden bağımsız olarak doğuşuyla birlikte, Müslümanlarda da estetik ve bu bağlamda sanat tartışmaları başladı. Mezkur tartışmalar ve arayışlar bağlamında Ali Şeriati’nin Sanat (Fecr Yay., Ank., 2008) kitabı tipik bir örnektir. Şeriati’nin kitap boyunca ortaya koyduğu sanat görüşlerini birkaç başlık altında toplamak mümkündür. Öncelikle sanat tanımına bakalım: “Ben, sanatın dinî bir kategori; insanlığa kurtuluş bahşeden aşkın ve kutsal bir hakikat; madde üstü, yüce ve yüzde yüz insanî bir misyon olduğunu söylemek istiyorum” (s. 19). Buradan hareketle o, dinin ve sanatın saptığını söyler. Üstelik bu sapma düşmanlar eliyle değil de içerden bozulmuş ve çürümüştür. Şimdi onun, bu sapmış ve çürümüş sanat konusundaki eleştiri ve önerilerine daha yakından bakalım.
Yabancılaşmanın Telafisi Olarak Sanat
Sanatı ve güzeli tanımanın yolunun insanı tanımaktan geçtiğini söyleyen Şeriati’ye göre, insan ile beşer arasında fark vardır. Elbette insan beşer olarak yaratılmıştır. Ondaki beşir sıfatı daha çok doğuştan getirdiği şerefli mahluk olma potansiyeliyle ilgilidir. Eğer insan şerefli bir mahluk olmak istiyorsa çaba içinde olmalı, gayret göstermelidir. Ancak Şeriati, insanı çamur ve ruh ikiliği üzerine oturtur. Çamur düşük, süfli dünyayı; ruh ise aşkın olanı temsil eder ve ruh, özellikle tasavvufi kaynaklarda bir mecaz olarak sıkça kullanılan ‘asli yurduna’ geri dönmek ister. Dünyada gurbettedir, aslından koparılmıştır; Yunus’taki dertli dolabın ya da Mevlana’daki neyin inlemesi gibi ağır bir yabancılık ve hüzün içindedir.
O, insanın dünyaya düşüşüne sebep olan cennet meyvesini feraset ve bilinç olarak tanımlar: “Bu yasak meyve, Âdem’in boğazından midesine indiği vakit, gözünde ve duygularındaki cennet, acı dolu, küçük, eksik, insandan daha eksik, insanın ihtiyacından daha noksan topraktan bir dünya oluverdi. Bu, düşüş ve çöküşün ifadesidir” (s. 25). Geleneksel anlatılarımızda, hatta tefsirimizde, kelamımızda ve felsefemizde bu düşüş ve çöküş mecazı o kadar çok işlenmiştir ki, neredeyse insanı ve onun niteliklerini anlatan bir maymuncuğa dönüşmüştür; ona başvurmadan insanı anlamak ve anlatmak mümkün değildir. ‘Saf iyi’den başlayan düşüş süreci, dünyada yani maddi olanda son bulur. Madde, saf iyinin karşısında kötüyü, süflîliği temsil eder. Böylelikle insanın beden-ruh ikiliği; yaratılmış her şeyde bir düalizm gören anlayışla uygun hâle getirilir.
Muhammed Esed, “BİLİN Kİ [ey insanlar,] bu dünya hayatı, sadece bir oyundan, geçici bir eğlence ve güzel bir gösteriden, birbirinizle büyüklük yarışı[na girişmenizden] ve daha çok servet ve çocuk sahibi olma hırsın[ız]dan ibarettir (…)” diye uyarıda bulunan Hadîd suresi 20. ayetine şu dipnotu düşer: “Bu pasaj ile ilgili geniş yorumunda Râzî bu tür bir hayatın hor görülüp küçümsenemeyeceğini, çünkü onun Allah tarafından yaratıldığını belirtir: karş. 38:27 -”Biz göğü ve yeri ve ikisi arasındaki her şeyi bir anlam ve amaçtan yoksun yaratmış değiliz” ve 23:115 -”Sizi boş ve anlamsız bir oyun olsun diye yarattığımızı mı sanırsınız?” Hayat, bizâtihî Allah’ın bir armağanı ve Râzî’nin de işaret ettiği gibi her türlü nimetin potansiyel kaynağı olduğu halde duyarsız ve kör bir şekilde ve manevî değerleri ve endişeleri gözardı ederek, yani öteki dünyayı hiçe sayarak yaşanması halinde bu olumlu niteliğini tamamen yitirir.” (Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, (çev.: C. Koytak-A. Ertük), İşaret Yay., İst., 1996, s. 1115). Gerçekten insan, Allah’ın inayetinin bir eseri olarak yaratılmıştır. Yaratılmışlığının idraki ve sınanması için dünya zorunlu tek mekandır.
Oysa Şeriati, insanın yasak meyveyi yemekle –ona göre insan yasak meyveyi yemeye devam etmektedir– doyumsuzluğunu gösterdiğini söyler. İnsan bu doyumsuzluğu nedeniyle de dünyada acı çekmeye devam etmektedir. Çünkü dünya eksik ve kusurlu olduğu için insanı tatmin etmesi hiçbir zaman mümkün değildir. Ancak Şeriati burada bir çelişkiye düşerek insanın, bu doymaz halini, durmadan istemesini bir isyan olarak görür; ama bu isyanı aynı zamanda olumlar. Çünkü ona göre isteyen insan, bilinçli insandır; yani yasak meyveyi yiyerek bilinçlenen ve feraset sahibi olan insan. “Sonra bize ‘o meyveden yeme!’ diyen Allah’ın iradesi, yani bu dört çevre, dört belirlenim ve dört zincir, bize determinizmde kalınız diyorlar. Basiret ve bilince erişen insan, tabiatın, tarihin, toplumun ve kendisinin belirlemesinden kurtulur” (s. 26). İnsan, kendisini sarmalayan bu dört zindandan kurtulmalıdır; kurtuldukça “Tanrı’ya yaklaşıyor; ‘tanrılaşma’ya başlıyor. Bilinçlendikçe ve kurtuldukça yalnızlık hisseden ve yalnızlığa ulaşan bu insandır” (s. 27). Bilinçlendikçe daha çok isteyen insan yalnızlaşır ve yeryüzü bu yalnız varlığın ihtiyaçlarını gideremez. Yüce ihtiyaçlar taşıyan insan, aynı zamanda daha çok mustarip ve dertlidir. Ona göre, toplumun bünyesinde bir hücre olan ve hayat ve doğanın özünün kendisinde aktığı insan yerine, 20. yüzyılda ‘ben’, yani birey ortaya çıkmıştır. Bireyin yalnızlığını, bu noktada Camus’nün ‘yabancı’sına atıf yaparak anlatır. Şeriati’ye göre sanat burada devreye girer: “Oysa sanat, olması gereken, fakat olmayandan yararlanmak için insanın çabalamasından ibarettir. Bu nedenle kendisini yalnız bulan insan, sanat aracılığıyla yeryüzünü, gökyüzünü ya da uyuşamadığı, yabancı olduğu nesneleri idrâk etmek için tanışıklık ve anlaşma boyasıyla boyamak ister” (s. 29).
Ali Şeriati’nin tabiat ve eşya karşısında bunca yabancılaşmış insan tanımı, modernliğin yıkıp tahrip ettiği merkezle birebir ilişkilidir. Özellikle tanrının ölümüyle yaşanan anlamsızlık elbette insanı alabildiğine bir saçmalığa, yabancılığa ve anlamsızlığa sürüklemiştir. Modern sanatın, tam da bu noktada, yabancılaşma üzerine doğduğunu söyleyebiliriz. Şeriati de, sanatı yabancılaşmanın telafisi ve zindanların yıkılmasının bir yolu olarak tanımlar: “Bu nesneler, bu gökyüzü, bu yıldızlar, bu dağlar onu anlamıyorlar. O da bütün bu durağan ve kör nesneler arasında yalnız kalmıştır. İşte sanat bütün bu eşyayı hissettirir” (s. 29). Ancak sanatı kurtarıcı olarak görmek, ona yüce anlamlar yüklemek için; insanı böylesine bir yalnızlık, yabancılaşma hatta körlük ve sağırlık içinde tanımlamak imani bir problem doğurur. Elbette dünyada böyle insanlar vardır ve Kur’an onları sık sık uyarır. Ancak sanata bir işlev yüklemek için herkesi aynı tanıma sığdırmaya kalkmak, en azından müminler için doğru değildir. Zira mümin tabiattaki ayetlerle diyalog içinde olan biridir. O, bu ayetlerle girdiği ilişki sayesinde Allah’ı hatırlar; yeryüzündeki ödevinin bilincine varır; imanı güçlenir; Allah’la yaptığı misakın hükümlerini yerine getirmeye çalışır ve cenneti umar.
Varoluşçuluğun ağır etkileri altında Maeterlinck’in, “Tanrı, her şeyi yaratıp sıra insana geldiğinde yaratmaktan vazgeçti, onu insana bıraktı” sözüne atıf yapan Şeriati; “Yaratıcı insan, yani sanatkâr, her şeyi yüklenen insan, bu sanat faaliyetinin en büyük görkemidir” (s. 37) der. İnsan sanat faaliyeti icra ederken aslında kendisini yaratmaktadır ve kendisini ifade etmektedir. “Ben yeni bir şey yaratırken aslında kendimi yaratmış oluyorum (…) Sanat, kendi bilimsel ve zanaatkarlık anlamında ilerleme kaydettiği ölçüde insan, kendisinin yaratıcısı ve var edicisi olur” (s. 37).
Tabiatta Bulunmayanın Yaratılması Olarak Sanat
Eski sanatı, taklit aşamasında kalmış olarak değerlendiren Şeriati, bu noktada Platon’a hak verir: “Bu takdirde sanat, bir oyun, aldatmaca ve yalandır. Çünkü gerçekleri elinde bulunduran insan, o gerçeklerden sahtelerini yaparsa, o insan bozulmuştur (…) Sanatın yaptığı bir diğer iş, bu hayat ve tabiatta bulunmayan, ama benim olmasına ihtiyaç duyduğum şeyi yapmak ve yaratmaktır” (s. 29). Ona göre sanat, Allah’ın insana verdiği emanettir. İnsanın yaratıcı gücünün tecellisi olarak sanat; “tabiat ve varlığı, istediği halde bulunmayan şekle sokmak veya isteyip de bulamadığı şeyleri meydana getirmek için, Tanrı’nın yaratmasının tecellisi olan bu varlığın sürdürülmesinde insan yaratıcılığının tezahürüdür” (s. 30). Modern insanın, tabiatı yıkıp rasyonel ilkeler doğrultusunda yeniden yapmak peşindeki taleplerini çağrıştıran bu ‘yaratıcı güç’ fikri, zımnen yaratılışta ‘kusurluluğa’ atıf yapar gibidir. Tabiatta bulunmayanı insan zaten bilemez; bilemediğinin peşinde nasıl koşacaktır? Ya da ‘istediği şekle sokmak’ tam da modernist bir iddiadır. Zaten modernler, tabiatı istediği şekle sokabilmek, onu kendisine ram edebilmek için tanrıyı öldürmüştü, yani merkezi yok etmişti. Merkezin yok edilmesiyle birlikte geriye sadece insanın aklı kalmıştı. Artık her şey onun aydınlatmasına muhtaçtı.
Sanatla var olmayanın peşinde koşan insanın sürekli olarak somuttan soyuta doğru bir yücelme içinde olduğunu söyleyen Şeriati, Hegel’in İlk varlık âlemi, bilinçsiz mutlak ruh idi, sonra tabiat görüntüsüne büründü. Daha sonra insana varıncaya kadar, o ruh evrimleşti, sözüne atıf yaparak; “Ardından da insan, bilince ulaşıyor, bilince ulaştığı ölçüde soyutu duyabiliyor. Zira kendisi soyuttur. Sanat, bu soyutlanmayı, soyutlamayı hissetmektir; o bilinçsiz mutlak ruhu insanda bilince ulaştırmaktır. Tanrı’yı tanımaktır” (s. 30) der. Burjuva idealizminden nefret ettiğini söyleyen Şeriati, sanat konusunda alabildiğine idealizme düşer. Bu bağlamda sanatı sürekli olarak bir soyutlama olarak görür. Öyle ki, nesneler artık bildiğimiz, gördüğümüz nesneler olmaktan çıkar; sanatçının bahsettiği nesne, onun yüreğinde yaşayan, muhayyilesinde tasvir ettiği bir nesnedir. Sanatçı onları başka şekilde görür, başka şekilde anlamlandırır. Nesnel ve duyumsanır olan, bir anlamda bilimin konusu olan şeyden bağlarını koparır: “Metafizik duygular taşıyan sanatçılar tarafından ortaya çıkarılan bütün sanat akımlarının çabası, sanattan, gerçekliğin tasvir ve nitelemesi ya da insanın kendi çevresinde teşhis edilmesi için birtakım araçlar yaratmak değil; onu, olmada, insanın duygu, zat, varlık ve hakikatinin evrilmesinde bir çağrı, bir yaratıcılık ve tanrısal bir yaratma olarak kullanmaktır” (s. 33).
Aslında düşülen bunca idealizm ve metafizik yüzünden eşyalar kendi bağlarından koparılır. Onlar Allah’ın yarattığı ‘kader’den, düzen ve birlikten koparılarak şahsileştirilir. Bu bağlamda Mehmet Akif, ilk devir şairlerimizin İran edebiyatıyla uğraştıkları kadar Arabın şi’r-i kadîmiyle tevaggul etmemeleri nedeniyle edebiyatımızda bir tasvir sorunu doğduğunu söyler: “Vâ-esefâ ki divanlarımızdaki tasvirler baştan başa hayalîdir. (…) Bir acem şairi baharı nasıl görmek istemişse, biz de öyle görmek istemişiz. Gariptir ki ‘bahariye’ unvan-ı acîbi altında gördüğümüz şiirlerde ismi geçen çiçeklerin çoğu İran toprağında yetişir, burada bulunmaz! Memleketimizde mezarlık haricinde servi ağacı pek nadir görülürken bahar tasvir eden şiirlerimiz her çemenden bir ırmak geçirir; her ırmağın iki tarafını da servi ağaçlarıyla doldurur!” (Mehmet Akif Ersoy, Tasvir, Yeni Türk Edebiyatı Metinleri, c-3, (Haz. İ. Enginün-Z. Kerman) Dergah Yay., İst., s. 1059). Tabii ki gerçeklikten bunca kaçmanın doğal sonucu olarak hayale açılan alan büyümüş ve şeyler, eserlerde ancak hayali olarak var olabilmişlerdir. Hal böyle olunca Allah’ın, insanlar akletsinler, görsünler ve duysunlar diye yarattığı ayetler, sanatçının muhayyilesinde, onun haleti ruhiyesine denk düşecek bir şekilde resmedilerek bağlamlarından yani kendi kaderlerinden koparılıp tanınmaz bir hale sokulur. İdealizm, bozulmayan, saflıklarını koruyarak varlığını sürdüren ideaları varsaydığı için, sanat da bu süfli dünyaya düşmüş insanı yüceltmek gibi bir misyon olarak görülür. Dahası sanatçı yüce bir kişi olarak, bu idealardan kopya çeken ve onları varlık âlemine taşıyan biridir.
Modern zamanlarda Batıdan tevarüs edilen sanat anlayışlarına mistisizmin elbisesi giydirilerek, buradan bir ‘İslam Sanatı’ yaratmaya çalışmak Müslümanlar arasında oldukça yaygın bir çabadır. Kökleri Eski Yunan’a kadar uzanan düalizm, Müslümanların sanatta olduğu gibi birçok alanda başvurduğu bir ilke olması hasebiyle her zaman meşru bir yaklaşım biçimi olmuştur. Çünkü maddi olan, somut olan her zaman küçümsenmiş ve insan sürekli olarak soyut olanın peşine düşmeye çağrılmıştır. Çünkü Allah soyuttur, maddi âlemle kendisine bir perde yaratmıştır; cennet soyuttur; hep kopup geldiği tertemiz, yüce yerleri özleyen ruh soyuttur! Oysa İslam düşüncesinde güzel, iyi, doğru nesnel bir bilgidir, insan onu aklıyla bilebilir. Bu bağlamda sanatın yaratılmış olanlarla kurduğu temsili, imai ilişki de nesneldir. Bu nedenle alabildiğine sembolizm ve eşyadan bağımsız bir soyutlama İslam sanatının ruhuna aykırıdır. Çünkü bağlı olduğu Hakikatle bağı kopan sembol hemen her zaman simgelediğinin yerine geçmeye meyyaldir. Her şeyin soyutlanarak asli bağlarından koparıldığı algıda; dünyada sıratı geçmekte olan insan köprünün üzerinde şaşakalmaktadır. Zira yeryüzündeki ödev bilincini unutarak bir körlüğe sürüklenmektedir.
Bir Pencere Olarak Sanat
Ali Şeriati sanat konusundaki görüşlerini daha iyi ortaya koyabilmek için, farklı kavramları, yazı boyunca atıf yaptığımız düalizme oturtur. İnsanın ontolojik yapısını, dünyaya düşüşünü, dünya hayatını hep kavramsal zıtlıklarla izah eder. Fizik-metafizik; dünyevi-kutsal; kusurlu-mükemmel; beden-ruh… Bu durumda insan hep mutsuzdur, karamsardır, acı içindedir. Çünkü insan hem bedeninden hem de dünyada yaşama mecburiyetinden dolayı eksiklikler içinde düşük, süfli bir hayat sürmekte; beden daima ruhu kirletmektedir: “İnsanın fıtratında, onun sürekli olarak ihtiyaç duyduğu halde bu dünyada bulunmadığını bildiği birtakım aşkın ve mutlak kavramlar vardır. Buradan hareketle insan, kendi kendine ‘bu dünyadan farklı ve nerede olduğunu bilmediği bir yer’e yönelmektedir” (s. 56). Bu alıntı Batıni geleneğin bakışını güzelce özetlemektedir. Aslında insan bilmediği bir yere yönelemez; bu gelenek binlerce yıldır ürettiği bir söylemle insanları bilmediği bir yere yöneltmekte ve onları bu yönelişe uygun bir formasyondan geçirmektedir. Batınilere göre insan mahkum edildiği beden dolayısıyla hep düşük, süfli şeylerin peşine düşmüştür; yemek, içmek, uyumak gibi hayati zaruretler bedenin talebi olarak görüldüğü için sürekli olarak bunlardan uzaklaşmayı önermişlerdir. Böyle yapmakla bedene ait sınırlardan nispeten kurtulunacak; ‘köpek nefs’e boyun eğdirilecek ve ‘saf iyi’den bir nefha olan ruh da bilmediği, ama ait olduğunu varsaydığı ‘o yere’ doğru kanatlanacaktır.
İnsanı sürekli olarak bilmediği bir yolculuğa çıkmaya çağıran bu telkinle esasen yeryüzü, hayat, beden küçümsenir; Allah’ın kimi helallerine sırt dönülür; dahası insanın yeryüzüne yönelik olarak yüklendiği emanetler de değersizleştirilir. Aslında Ali Şeriati’nin dünyaya, hayata dönük, onu değiştirmeye, dönüştürmeye talip ideolojik görüşleriyle uyum içinde olan; “Siz ey imana ermiş olanlar! Eğer Allah[ın dâvâsın]a yardım ederseniz, O da size yardım eder ve adımlarınızı sağlamlaştırır” (Muhammed/7); “ve belki içinizden iyi ve yararlı olana davet eden, doğru olanı emreden, eğri ve yanlıştan alıkoyan bir topluluk çıkar: nihaî kurtuluşa erişecek kimseler, işte bunlar olacak” (Ali İmran/104) gibi ayetler tuhaf bir şekilde onun sanat konusundaki görüşlerinin dışında kalır. Sanatı mesele edindiği yerlerde Batıni bir söylemin ağır etkisi altındadır.
Şeriati, insanın bu yönelişinin en güzel adıyla gayb olduğunu söyler: “Var olan her şeye karşı beslenen karamsarlık, istediğim şeye kavuşamadığım bir yerde bulunmuş olmam sebebiyle hayattan acı duymam beni, ‘burada olmayan’a, ‘başka bir dünya’ya, ‘cennet’e, adını ne koyarsanız koyun, o belli yere; daha güzel ifadesiyle ‘gayb’a yöneltmektedir” (s. 56). Gayba yönelik bu tecessüs, belki de İslam sanatı konusundaki arayışların en önemli kırılma noktalarından biridir. Çünkü insan sürekli olarak fiziği aşan, aşkın, metafizik bir alana doğru yücelmeye, yükselmeye çağrılırken, gayb da ‘insan idrakini aşan’ bir şey olmaktan çıkarılıp kamil insanların ve kutsal sanatın malumu haline getirilir.
Öz itibariyle Platonik ideaları varsayan, âlemde yaratılan her ne varsa tümünü arketiplerin taklidi, kopyası olarak telakki eden bu anlayış, sanatı da ‘ezeli’ arketiplerden numuneler devşirmeye, onları maddi âlemde somutlamaya yarayan bir vasıta olarak görür. Şeriati “buradaki her şey nisbî, kötü, çirkin ve kirli, en azından eksiktir; ideal yoktur” (s. 77) derken kendisini tuhaf, belirsiz bir ‘öte’ düşüncesine bağlar. İşte tam da bu noktada ‘öte’ler, saflığı temsil ettiği için, insan bu dünyada, “Kötü, karanlık ve kendisine ait olmayan dar bir yerde yaşayan” (s. 77) biri olarak tanımlanır; “kendisini orada yalnız hisseder, oradan nefret eder ve kaçmak için can atar” (s. 77).
Bu bağlamda sanatçı ‘eşyanın ötesi’ni, ‘eşyanın hakikati’ni gören, duyan, hisseden biri olarak tanımlanır. ‘Öte’ düşüncesiyle ‘burada’lık arasına ince bir sınır çizilir: fizik-metafizik; beden-ruh; somut-soyut; dünyevi-kutsal gibi ikilikler nedeniyle iki ayrı ontolojik âlem ortaya çıkar. Gaybi bir konu olan görünmez varlıklar, görünmez âlemlerle ilişkilendirilir ve sanat bu sınır üzerine konuşlandırılarak büyüye; sanatçı da sağ eliyle metafizik âlemden aldığını sol eliyle fizik âleme aktaran bir kahine, büyücüye, şamana, mecnuna dönüşür.
Şeriati’ye göre sanat, olması gereken dünyaya açılan bir penceredir: “bakma ve görme yoluyla ideal dünyayı ideal olmayan kötü dünyanın içerisine getiren bir pencere açıyor. Bir başka ifade ile irfan, ‘olması gereken’ dünyaya aralanan kapı, sanat ise bu dünyaya açılan pencere durumundadır” (s. 78). Sanatçı bu pencereden ötelere bakar ve orada hissettiklerini, müşahede ettiklerini, burada sanat formlarından biriyle anıtlaştırır. Böylelikle kendisine yüklenen ‘emanet’i yerine getirmiş olur. Eserleriyle bu dünyada karanlıklar içinde boğulan insana, güzelin timsallerini sunarak onları teselli eder. Ancak öteden devşirilen arketiplerin somutlanmasında, ortaçağlar boyunca egemen olan Hıristiyani bilinçdışının etkili olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü güzeli hep bir hendese içinde düşünen ortaçağ estetiği, soyut olanın belirli bir form içinde sunulmasını zorunlu kılar. Altın oranlar eşliğinde ortaya konan eserin böylelikle ‘saf, sahih, bozulmamış’ arketiple uyum, uygunluk, harmoni içinde olacağı varsayılmıştır. İstitraden söylemekte yarar var; ideal olanın somutlanmaya çalışılması, Hıristiyanlığın binlerce yıldır taşıdığı Pagan bilinçdışıyla ilgilidir.
“Var olana yönelmek, üretimi meydana getirirken, var olandan nefret etmek sanatı meydana getirir” (s. 81) diyen Şeriati için sanat bir kaçıştır. Gerçi kitapta, bu dünyaya mahkum olduğumuz için, ideal olanı burada kurmak, burayı cennete çevirmek (s. 77) gibi kendi genel söylemiyle uyumlu ifadelere yer verse de, bu yaklaşım istisna durumundadır. Onun gözü hep öteye yönelmiştir. Temiz, saf, pak ve latif olana yönelik bu iştiha nedeniyle yaratılmış her ne varsa onların kirli, pis, bulaşık ve kesif olarak düşünülmesi, insanın yeryüzündeki şahitliğini de değersizleştirmektedir. Çünkü bakanla bakılan arasındaki bağ, bakılanın daima kirli, karanlık olarak tasvir edilmesiyle birlikte kopmuş ya da en azından olumsuzlanmıştır. Bakılanın, görünenin Allah’ın ayeti/mucizesi olmaktan çıkıp Batıni bir karanlık içinde boğulduğu bu yaklaşımda, sanata düşen görev ötelere uzanmak, muhiplerine de, ötelere uzanmak için gerekli hevesleri üflemektir.
Bir Vasıta Olarak Sanat
İslam her türlü düalizmi reddettiği için birbirinden bağımsız ontolojik alanlar varsaymak ciddi bir yanılsamadır. Kur’an’daki zıtlıklar bu anlamda birbirlerinden bağımsız asli özler/tözler değil, birbirini tamamlayan bir bütünün iki yüzü gibidir; gece olmadan gündüz olamaz; karanlık ancak aydınlıkla anlaşılabilir. Bu yanıyla Müslümanların sanat anlayışının epistemolojik gayesi, âlemde Allah’ın ayetleri/mucizeleri olarak yaratılan her ne varsa onu görülür, duyulur, hissedilir kılmaya yöneliktir. Ayetler arketiplerin temsilleri olarak değil, tersine kendileri olarak yaratılmışlardır. Maddidirler, somutturlar ve bu yanlarıyla herhangi bir düşüklük, süflilik içinde değildirler; tıpkı insanın yeryüzüne gelişinde herhangi bir düşüş yaşamaması gibi. Zaten insandaki gerçeklik duygusu da ayetlerin bu yanıyla oluşur. Eser açısından bakıldığında da ağaç ağaç olarak; kuş kuş olarak vardır; hiçbir zaman başka bir şey olarak yer almazlar; tabiattaki tabii halleri muhafaza edilir, edilmelidir; aksi halde ikonlaşmadan söz edebiliriz. Sanatçı da, sanatının gayesi olarak yeryüzünü güzelleştirmek; güzelin, iyinin, doğrunun yaygınlaşmasına hizmet etmek derdinde olmalıdır. Sanat asla bir başına hedef, gaye değildir; bir sözün, bir mesajın iletilmesinde vasıtadır.
Kur’an sık sık insanları ayetlere bakmaya, onları okumaya çağırır. Çünkü onlarda Allah’ın mucizeleri anbean tecelli etmektedir. “İslâm sanatı Allah’ın güzelliğini, dünyayı başlı başına güzel kılmadan temsil etmeye çalışır; Allah’ın cemalinin âyet ve işaretlerini, insanlara, bunların sadece birer işaret olduğunu hatırlatacak şekilde sergilemeye gayret eder. Öyle ki ‘tenzih’in soyutlaması, burada güzelliği nesnelerden tecrit etmek suretiyle, ‘teşbih’in betimlemesini dengeler.” (Turan Koç, İslâm Estetiği, İsam Yay., İst., 2008, s. 48). Konunun devamında Turan Koç, bir tenzih unsurunda, güzelliğin temsilden ayrılması durumunun ortaya çıktığını vurgular: “Burada güzelliğin formların uyumundan neşet ettiğine tanık oluruz. Netice olarak da ele alınan doğal nesnenin güzelliğini asla düşünmeyiz; zira hiçbir şey temsil edilmemektedir.” (Turan Koç, age., s. 48). Ali Şeriati’nin ‘olmayanın’, ‘olmasını istediğimiz’ şeyin yaratılması fikrinin aksine, Müslüman sanatçılar temsilin Allah’la yarışmak anlamına gelebileceği hassasiyeti ve korkusuyla daha çok imaya yönelmişlerdir. Çünkü Hakkın, Hakikatin dolayısıyla iyinin, doğrunun, güzelle yani Allah’ın yaratmasıyla kopmaz bağı nedeniyle Müslüman sanatçılar daha çok, var olana yönelmişler ve var olan üzerinden Allah’a verdikleri sözü hatırlamayı/hatırlatmayı denemişlerdir. Zaten burada esas olan, yaratılmış olan her şeyin anlamının, onun ayet olmakla arasındaki bağ olduğu bilincidir. Hiçbir şey anlamsız, gayesiz, fazla ya da oyun, eğlence olsun diye yaratılmamıştır, Müslüman sanatçı, âleme yönelirken, -bu aslında alâmete yönelmek anlamındadır- sürekli olarak alâmetin yaratılma gayesini gözetir. Metafiziğin fizik içinde, aşkının içkin olanda cevelan ettiği Tevhidi anlayış, bize yaratılmış olanların tümünü bir bütün içinde görme imkanı verir. İşte bu imkan sayesinde biz ayetle Hakikati tamlık içinde görür, duyar, hissederiz. Zaten insanın yeryüzündeki şahitliğinin de başkaca yolu yoktur. Bu bağın koparılması, alâmetin taşıdığı göndermelerin asli kaynakla bağının kopması anlamına gelir ki, bu durum ikonlaşmanın doğduğu kritik eşiktir. Çünkü tek başına alâmet sadece kendisini gösterir, kendisi de geçici olandır, izafidir; geçici, izafi olanın Mutlak olanla karıştırılması şirkin kaynağıdır.
Sanat insani bir etkinlik olarak, daha çok, insanın çevresine düzen vermeye çalışmasından ibarettir. Bugün modern zamanlarda sanatın gittikçe, sanatçının haleti ruhiyesinin ifade biçimine dönüşmesinin; haleti ruhiyeyi eşyaya aktararak onu kendileştirme çabasının aksine; eşyanın niçin, neden, nasıl sorularıyla daha çok hikmetini anlamaya ve onu İlahi Birlik içinde ait olduğu yere oturtmaya yönelik bir faaliyet, yani nesnel bir gayret olarak değerlendirmek sanırım yanıltıcı olmaz. Zira sanat eserinin akıl ve duyguyla alakalı bağının koparılması, onun gittikçe bir ‘suret’e dönüşmesi anlamına gelir; salt estetik bir nesne, İslam düşüncesinde Allah’la insan arasına giren bir perdedir.
Yazımızın başında merkezin tahribinden söz etmiştik. Tanrının öldürülerek insanın merkeze konduğu yeni zamanların sanat anlayışı bu bakımdan İlahi olanla ilişkisini kopararak sapmıştır. Ancak sanatın İlahi olanla bağını kurmaya çalışırken tamamen soyuta yönelmenin, gerçeklikten kaçmak anlamına geleceği unutulmamalıdır. Burada önemli olan Allah’ın yarattığı her ne varsa hepsini maddi, somut şeyler, ‘kendi’leri olarak algılamaktır. İnsan bu sayede onlarla ilişkiye girer, ayetleri okur. Böylesi bir okuyuş, şeyleri tabiatta tabii halleriyle algılamaktır; bu hal onları Allah’ın yarattığı düzen, uyum, uygunluk, hesap, takdir yani kendi kaderleri bağlamında görmek demektir. Gerçeklik denen şey de budur; eşya bu sayede hesap edilebilir, tartılabilir, dokunulabilir, çarpılıp bölünebilir olarak algılanabilir, bu yanıyla gerçeklik bilimi de mümkün kılar.
Müslüman sanatçının eserinde temsilen, imaen kurduğu simgeler de gerçeklikten güç alır. Ancak eserin mesajı sadece simge üzerinde kalamaz, kalmamalıdır; simge mutlaka gerçekleştiği, gerçekliğini bulduğu bağlam içerisine oturtulmalı ve oradan Allah’a göndermelidir; bu gönderme dönüşlü bir eylemdir; Allah’a gönderen temsil ya da ima yeniden sanatçıya/okura geri döner; böylelikle eser de işlevini yerine getirmiş olur.
HECE EDEBİYAT, EKİM 2011