Dostlar, zülfü yârın düğümünü çözün
Bir nefes hoştur, şu kıssayı daha bir uzatın
Halvette olmak ünsiyettir, dostlarsa birarada
“İnne yekâdu”yu okuyun ve başınızı kaldırın
Rubâb ve çeng yüksek sesle söyler namelerini
Ki sırlar ehlinin mesajıyla kendinizden geçesiniz
Bu halkada olmayanlar aşkla diri
Yürüyün ölmeden, fetvamla namaz kılın
Müslüman aydın olmak, dindar aydınların tarikatıdır. Hem beşeri tecrübeden, hem de nebevi tecrübeden faydalanan bir düşünce okuludur. Bunların herhangi birini, diğeri için kurban etmez. Eski vahyin modern zamanlarda da aynı şekilde söyleyecek ve öğretecek çok şeyi olduğuna ve ifade dağarcığının boş olmadığına inanır. Müslüman aydın olmayı, her ne kadar siyaset ve diyanet alanında büyük değişimler yaratma kabiliyetine sahipse de, dinî bir fırka veya siyasi bir parti seviyesine indirmek insafsızlık olur.
Dindar aydın; vahiyden bağımsız akla inanan, bundan beslenen ve elinde akıl lambasıyla hakikati bulmak ve karanlığı aydınlatmak için ilerleyen aydın gibidir. Ve dindardırlar; çünkü tahkikle edindikleri imanları, ne taklide ve taabbude, ne mirasa ve zorlamaya, ne heves ve âdete, ne korku ve tamaha dayanmaz. Aksine, akılcı bir ölçüp biçme ve ruhani bir tecrübeden çıkarılmıştır, kesintisiz biçimde ayıklanıp temizlenmekte ve geliştirilmektedir.
Dindar aydın, sel gibi akışkan bir kimliktir. Çünkü akıl yürütme, hakikati arama ve hurafe yıkma işi selden başkasıyla yoldaş değildir. Din adamı değildir. Çünkü herkes o okulda kendisinin din adamı olabilir. Dergahı olmayan şeyhlerin oturduğu şeyhsiz bir dergahtır orası.
İrtidad, bidat, kafir, mümin vs. gibi kategorilerin yolu oraya çıkmaz. Çünkü bu kategoriler, mevcut siyasî ve dinî güce tabidirler. Maişetin derdindeki dindarların kollektif kimliğine ait dindarlık ise zorlama, nedensel, miras, maişetçi, kimlikçi, taabbudi ve taklittir. Her gün yüzlerce Nuh tufanı ve ruh tuğyanının baş gösterdiği ve haşin fikrî gezintilerin mesire yeri olan dindar aydın, harabeye dönmekten korkup da küfür ve bidat namına sellerin yoluna nasıl baraj kurabilir?
Ben virane olmuşum ne gam
Asıl virane olacak sultanın hazinesi
Fakat Müslüman aydının dinden bağımsız bir maneviyata inancı da yoktur. Dinî ibadetlere, daima koruyucu kabuk anlamı verir. Bu koruyucu ibadetleri işrak tecrübesinin öğretmenlerinden ve mukaddes gül bahçesinin kuşlarından, yani peygamberlerden almak en iyisidir. Çünkü onlar, süluk sahasının en tecrübeli şehsüvarları ve soyutlama ufkunun fatihleridirler. Müslüman aydınlar, dindardırlar, din yapıcı değil. Vahiy okulunda tecrübe aktarma ve bilgi öğretmeleri, maslahat gözeterek değil, sadakat ve hakikat nedeniyledir. Rasûl-i Ekrem’in azim ve aziz şahsiyeti, Allah Teala’nın Müslümanlara bahşettiği bir nimettir. Bu azim ve aziz şahsiyetin tecrübe ve taliminden, tamamen ve kemal manada yararlanmak gerekir.
Bütün iyiler yaratılışa yaraşır
Ki sahibimiz huzurunda el bağlasınlar
Kamer onun karşısında uluorta görünemez
Görünse de herkes onu ayıplar
Dindar aydın olmak, marifet ve tecrübeye dayalı düşünce olması hükmüne göre ideoloji değildir. Yani seçkincilik, hareket yanlılığı ve silahlı mücadele ideolojisi.
Varolan düşmana karşı hareket, ayaklanma ve yaka paça olmayı düşünen ideolojiler hakikate pek az şefkatlidir, savaş alanları çok dardır ve düşmanın yenilmesiyle kendileri de yenilir ve çökerler. Tasfiye ile ve seçkin sınıfın ortaya çıkarılmasıyla geçici olarak üretilen silahlar, uyum kaybına uğrar ve izi kalmamacasına silinir gider.
İmamet silsilesinde istisna oluşturan İmam Hüseyin (a) ve şehadeti, Şeriati’nin seçkinci öyküsünde kurala dönüşür ve İran kültürünün iftihar ettiği Ebu Ali Sina, Ebuzer’in ayakları altında aşağılanır. Böylece saltanatı ezmek ve devrimci İslam’ın seküler saltanata karşı zafer kazanması için gerekli ideolojik silah hazırlanmış olur. İyi niyetin, doğru olmayan tavırla yoldaşlığında en küçük eksiği, kalıcı olmamasıdır.
Müslüman aydın, geçici şer’i hilelerle fıkhı sözde yenileyen ahaliden de değildir. Günümüzde aydın ve yenilikçi lakabı alan bazı fakihler, mesela Kayıp İmam’ın gaybetine tevessül ederek veya İslam’ın zaafından kaçınarak recm cezası, göz çıkarma ve benzerlerini lağvedebiliyorlar. Fakihlerin saygınlığını koruyarak söylersek, bunlar her ne olurlarsa olsunlar ne aydındırlar, ne de yenilikçi. Çünkü usulde içtihadın çocukları değildirler. Dindar aydın, usulde içtihada inanır. Yani kelamda ve ahlakta içtihad ve nübüvvet, vahiy, mead, Allah vs.’nin yeniden anlaşılması.
Mürtedin ve bidatçinin hükmü ancak insan, bilgi, tarih ve topluma dair yeni bir kavrayışla gözden geçirilebilir. Aksi takdirde her şeyi eski usule göre halletmek ve kınayıcıların kınaması nedeniyle bu konudaki fıkhî hükmün süresini geçici olarak uzatmak ne bir çaba gerektirir, ne de içtihad. Bu, basit ve durumu idare eden maslahatçılıktan başka bir şey değildir.
Kelamcı Mutahhari, bir vakitler ‘son din’ meselesine eğilmişti. Modern dünya ile son din İslam arasındaki tek sorunun fıkhî ve hukukî gerilim olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle de geri kalmanın sıkıntısını fıkhın desteğiyle söküp atmaya çalışıyordu. “Lâ harac (zorluk yoktur)” ve “lâ darar (zarar yoktur)” gibi kuralları hatırlatarak modern hayatın sorunlarını çözmede fıkhın gücünü göstermek istiyordu. Oysa fıkhın hiçbir zaman kendi ayakları üzerinde durmadığı ve duramayacağı, tek başına kendisini destekleme veya kendisini savunma gücü bulunmadığı, eğer kelam, ahlak vs. ilimlerinden yudumlamazsa susuzluk ateşini bastıramayacağı gibi apaçık bir nokta galiba Mutahhari’nin kuvvetli dikkatinden kaçmıştı. Eğer fıkıhta yenilik yapılacaksa fakihlerin Tanrı’sı, fakihlerin Peygamber’i vs. de yenilenmelidir. Bu, tam da dindar aydının istediği şeydir ve Mutahhari gibi Mutezili bir kelamcının zihni bile onu bulamayabilir.
Dinî geleneği yüceltse, onu bilmeyi aydın olmanın rüknü saysa ve seküler aydınların bilgisini ve pratiğini de bu nedenle eksiklik ve zayıflığa müptela görse de Müslüman aydının okulu, geleneksel ve gelenekçi de değildir.
Bununla birlikte ne geleneği diriltmeyi mümkün görür, ne de geleneği tekrar ihya etmeyi günümüzün sorunlarını çözecek formül sayar. Bugünün dünyası da dünün dünyası kadar gerçek ve en az onun kadar yaşanan bir hayat. Geleneğin moderniteye üstünlüğüne veya modernitenin geleneğe üstünlüğüne kail olacağımız daha temelsiz ve daha az ikna edici bir kanıt yok ortada. “Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız ise sizedir.” (Bakara 134)
Müslüman aydın, geçmiştekilerin dini anlayışının en az bugünkülerin dini kavrayışı kadar kendi zamanlarının etkisi altında olduğunu ve kendi çağlarının varsayımlarıyla paralel bulunduğunu vurgular. İnandıkları şey, “Onlar adamsa biz de adamız”dır.
Acaba geçmiştekileri sırf önce geldikleri için kutsallaştırmak, akılsızlığın ta kendisi ve düşünceyi donuklaştırmak değil midir?
Ne modernite cennetin eşiğidir, ne de gelenek avucunda cenneti tutuyor. Babamız Âdem’i cennetten çıkarın şeytan, bugün de onun torunlarını kandırmakla meşgul.
Dindar aydının nazarında dinin en önemli hizmeti ne siyasete, ne ticarete, ne de bilgiye değil ahlakadır. Dinden ahlak beklentisi içinde olunmalıdır ve onu ahlaki eleştiri yapmak gerekir. Fıkhı da ahlaki eleştiriden masun tutmamalıdır. Nitekim bugün en çok ihtiyaç duyulan da budur.
Böyle bir ahlaki eleştiri, fıkhı hem daha güçlü, hem de daha donanımlı kılacaktır. Böylece sorunların düğümünü Kayıp İmam çağına bağlanarak değil, hak ve adalet ilkesine sarılarak çözmek mümkün olacaktır.
Dindar aydın, aydın olması hasebiyle itiraz ve eleştiri öğelerini haizdir; hem dünyadaki siyasi sisteme, hem de İran’dakine. Özellikle de dinî temellere göre kurulmuş ve görünümü modern, özü ise şer’i ve geleneksel olan İran’ın bugünkü sistemine.
Görünümü de, özü de dindar aydınların beğenisini kazanamamış bir sistem! Bu bakımdan dindar aydınlar, bu sistemde ne takdir görürler, ne de gönüllerde yer bulurlar. Ne siyasi eleştirmenlerin mesut ikbaline sahiptirler, ne de geleneksel müminlerin nazar boncuğudurlar. Varlıkları nasıl günahsa, sözleri de öyle. Fakat egemenlere söylemek gerekir ki, eğer bir zamanlar Müslüman arifler, irfanın güler yüzüyle fıkhın asık yüzünü İslam kültürünün çehresinden giderebildiler, ona şık ve ölümsüz bir cazibe kazandırabildiler ve onu Yahudileşme afetinden kurtarabildilerse bugün de sadece dindar aydınlar dini yeni bir okumayla iman için yeni bir saray ve atmosfer inşa edebilirler. Sebepleri bilmenin hayreti öldürdüğü böyle bir zamanda, sebepleri bilen ve hayrete âşina akılcılığı kurabilirler.
Bu kavmin niyeti hataysa, aman dikkat onu yapmayasın
Görüldüğü gibi, dindar aydın uzun bir geçmişe ve yüksek ikbale sahiptir. Vahiyden bağımsız aklı onurlu kimlikleri yapan Mutezililerden tutun, irfani tecrübe, burhani tefekkür ve vahiy öğretilerini yan yana getirip din ve tefekkürün uyuşmazlığı bâtıl fikrini rüsvay eden Sadruddin Şirazi’ye kadar. Onlar, kendi zamanlarının çocuklarıydılar. Bunlar da kendi tuzaklarının esiri.
Dindar aydınlar, kendilerini ve kendi tarikatlarını iyi tanımalı, hürmet göstermeli, kınayanların kınamasından ve lanet edenlerin lanetinden çekinmemelidirler. Peygamberlere gönül vermenin, hakimleri izlemenin, ariflerle oturup kalkmanın ve mücahitlerle ortak ses vermenin utanılacak nesi var?
Dindar aydını tehdit eden felaket ve afetlerden biri kendini ciddiye almamaksa, diğeri de endama uygun olmayan kıyafet giymektir. Bu tarikat ne ideoloji, ne fıkıh, ne gelenek, ne mezhep, ne de siyasi partiye yaslanır. Aksine, Mutezili kötülüklerle birlikte Mustafa kandilidir!
Aşk noktası gösterdim sana, sakın gaflete düşme
Yoksa hariçten bakanlar gibi olursun
6 Eylül 2007, Leiden
“Hum ricâl nahnu ricâl”. Ebu Hanife’nin (699-767), bir konuda görüşünü açıkladığında bu görüşün tabiinden rivayet edilen görüşe aykırı olduğu söylendiğinde sarfettiği ünlü sözü.
Kaynak: http://www.fikritakip.com