Öğreti ve ideoloji de böyle durumdadır. İslam’ın ilk yıllarındaki Müslümanlar da böyleydiler. İslam’ın kendisi bir öğreti ve bir inançlar dizgesi olarak zaman içinde değişime uğramaz. Bir din olarak İslam, toplumların geleneksel çerçevelerinde, uygarlık ve kültürlerin gövdesinde yer almakta olup özdeş dışsal bir cisim kazanır ve bu şekilde tarihin değişimlerinin çizgisinde cılızlaşır, yenileşmeye, şeklini, kılığını, ilişkilerini ve dilini değiştirmeye gereksinim duyar. Yanlış anlaşılmasın, -gerçi çoğunluk için yanlış anlaşılma söz konusu değildir- yenileşmeden amaç, İslam’ın kendisi olan değişmez gerçeğin yenileşmesi değildir. Birtakım kimselerin, “dinî düşüncemizde görüşümüzü yenilemeliyiz, dinî görüşümüz yenilenmelidir, din bu çağın diliyle, bu kuşağa uygun ve yaraşır olarak tebliğ edilmelidir” şeklindeki sözleri, dinin değişmesi anlamına gelmez. Çünkü inanan kimse, kimi yerlerinde müdahaleye gerek vardır diyemez; inanmıyorsa zaten böyle bir konudan söz etmez. Dinî düşüncenin yenilenmesi şu anlamdadır; Değişmez gerçek, gelenek, soy, toplum, kültür, inanç, birey, felsefe ve ruh kapları içinde yer aldığında bir süre sonra toplumsal ve tarihsel koşulların ürünü olan ve değişebilen kapları değiştirmek gerekir. Çünkü bu kutsal gerçeğin kabını değiştirip yenilemezsek, kabın içindeki yitip gider.
Tehlike budur. Sürekli sözünü ettiğimiz tehlike şudur; Ölümsüz bir gerçeği eskiyebilen değişken bir kabın içine yerleştirdiğimizde, bu anlam, hep bu kalıpla birlikte olduğu için birkaç kuşağın geçmesiyle geleneksel ve kalıtsal bir şekle dönüşür ve sonraki kuşaklar içeriğin [ideoloji, öğreti ve iman] hangisi, kabın [dil, anlatım, mantık, bilimler, gelenek ve delillendirme] hangisi olduğunu ayırt edemezler. Kaçınılmaz olarak da bu ikisini, yanlış yere birbirlerini gereksindiklerini sanırlar. Bu kaplar bütün zamanlarda kalamayacağı ve zorunlu olarak yok olacağı için geriler. Kendi kendine kalma ve edimde bulunma yeteneği yoktur bu durumda. Bilinçli, inanmış ve bu içerik -İslam ve din- ile tanışık bir kuşak, bunu çıkartıp diriltmez ve çağıyla uyumlu anlatım, açıklama ve bilim zarfları içinde yeniden ortaya koymazsa, kap ve içerik hep birlikte yok olup gider. Örneğin Peygamber Mescidi’nin o üç basamaklı minberiyle yetinirsek, bütün seslerin, bütün söylenenlerin, bütün müziklerin ve bütün konuşmaların, uzun ve kısa dalgalar yoluyla dünyanın her yanına yayılmasından ve yerkürenin geniş bir bölgesinin radyoyla, televizyonla, basınla, hoparlörlerle ve filmlerle düşünsel kılığa bürünmesinden sonra, en yüce, en kurtarıcı ve en gerçek sözleri de söylesek özel bir toplantının kısıtlı alanı içinde kalacak, ölecek ve dünyanın kulağına ulaşmayacaktır.
Din, saldırı durumu kazanınca, kendisini hızla değiştirir. Bir güçlük çıktığı yerde bu güçlüğü hızla çözebilir ve kendisini hızla koşullara uydurabilir [dinî güç kastedilmektedir] ve çözüm yolu gösterebilir. Düşman karşısında korkmaması, kaçmaması ve kanısını gizlememesi bir yana ileri çıkar ve onu avlayıp kontrol altına alır; onun ağzına gem vurur, toplumun koruyucularını kendisinin düşünce, akıl ve hüküm buyruğunun dizgini altına alır ve zaman binitine biner. Toplumda baş gösteren her hareket onun yetkisi altındadır. Her yerde hazır bulunur. Ahlak, aile, siyaset ve iktisat sorunlarını hiç kimse dinden daha çabuk cevaplayamaz.
Böylelikle, İslam’ın coşkun gençlik döneminde İslamî bir grubun, tarihte ışığın hareketi gibi şaşırtıcı bir hızla ileri atıldığını, 18. yılından 21. yılına dek İran’ın fethedildiğini ve bu büyük insanlık hareketinin önderinin ömrünün sonuna dek -ki on, on bir yıldan fazla değildir- bir köy durumundaki Medine’nin bin kılıçlı savaşçıyla, dünya çapında devrimci bir etken, dünyanın en büyük imparatorluklarına karşı saldırıya geçmiş bir güç şekline dönüştüğünü görüyoruz. Bir yüzyıl içinde İslamî amaçlar ve itikadî düşünceler, sadece birkaç yazılı kaynağı bulunan ümmî bedevi toplumda, Batı ve Doğu uygarlıklar cephesini kendi görüşüne ve ruhunun yönelimine göre değiştirir. İki yüzyıl sonraysa en büyük üniversiteler, kütüphaneler, düşünsel, kültürel ve bilimsel yaratı ve gelişmeler, farklı, çelişkili ve çeşitli boyutlarıyla oluşur. Yaklaşık iki yüzyıl, İslam toplumlarının her yanında, bugün de adları insanlık dehası tarihinin ölümsüz yüzleri arasında yer alan nice dehalar kendini gösterir.
Şii imam mescitte oturuyorken dehri bir şair ya da câsilik biri -ki sanıldığının tersine câsilik bir kişi adı değil, Katolik demektir- içeri girer. Mescide saldırı ve eleştiri için geldiği ortadadır, ama din, o konuşunca herkesin sapıtacağından korkmaz. Bu yüzden onun konuşmasına ve cevabını almasına engel olmaz. Oysa bugün Müslüman zayıflamıştır, korkmaktadır; dehriden değil, İbn Ebi’l Avca’dan değil, Ebi’l-Ala Ma’arri’den değil de benim gibi adamlardan korkmaktadır hem de.
Arkadaşlardan biri diyordu ki, sana -yani benim- koyu muhalif olanlardan birine senin konuşmalarını hiç dinleyip dinlemediğini sorduk. Dedi, hayır. Dedik, hiç kitabını ya da yazısını okudun mu? Dedi, hayır. Dedik, öyleyse nereden anladın kötü bir adam olduğunu? Dedi, bilmiyorum; falanca söyledi. Dedik, sen de insansın, öğrenim görmüş birisin; hem de yüksek öğrenim görmüşsün; şu kitaplardan birini al, oku. Alıp gitti. Bir süre sonra, okuyup okumadığını sorduk. Dedi, “Korktum; onu okuyunca sapıtabileceğimi gördüm.” Acizliği görüyor musunuz? Tıpkı hasta adamlar gibi, midesi artık birşey hazmedemiyor. Kanı, algılama ve tatma yeteneği yok. Her şeyden korkuyor. Doktor ne söylerse onu yiyor; söylemediğini de yemiyor. Kendiliğinden bir şey yerse yanlış yapıyor. Dinleme ve anlama cesareti yok. Anlayabilir ama -anlamak başka bir kategoridir- cesareti yok.
Dördüncü ve beşinci yüzyıl Hıristiyanlığı, saldırma durumu içerisindedir. Hıristiyan, Sezar dönemi tapınaklarına -ki dünya güç ve vahşiliğinin merkeziydi- gelip yalnız başına putların karşısına dikilir, onlara saldırıp söver, delillerini ortaya koyar, sonra da kendisini yok eder.
Dördüncü, beşinci ve altıncı yüzyıl Hıristiyanlarının gösterdikleri özveri ve kahramanlıklar, sadece Hıristiyanlık tarihinde değil, insanlık tarihinde de şaşkınlık vericidir; bu nasıl bir varlıktır, nereye dek özverili olabilir ve ölümden zevk alabilir? Oysa daha sonra, artık dinin o duyarlılıkları taşımadığı, dünyada bir siyasi etken olarak, bir yönetim sistemi olarak bir rol oynamadığı yirminci yüzyılda, duyarlılıkların başka konular üzerinde yoğunlaştığı çağda, İslam ülkelerinden sadece bir iskeletin kaldığı, dinin eski toplumun bir parçası olduğu ve geriye İslamî dönemden, İslamî imandan, o büyüklüklerden, görkemlerden ve insanlardan sadece bir anı kaldığı bu günlerde ve artık kimsenin mescitten korkmadığı ve mescidin varlığının bir yere zarar vermediği şu dönemde İslam ülkeleri, Roma’da mescit yapmayı öneriyorlar; Batı’da yapılmış olan tüm mescitler gibi görkemli, kalabalık, düzenli, ama kof ve boş bir mescit. Yedi yüz bin kişi uyum içerisinde namaz kılıyorlar, insan tuhaf bir heyecan duyuyor ve İslam’ın ilk dönemi insanın kafasında canlanıyor, ama sonunda, sonuna kadar bildiğiniz bir hutbe okurlar. Klişeleşmiş ve tekrarlanıp duran -ölüler için okunan hutbeler gibi- bir şeydir ki artık ezberlemişlerdir okuya okuya. Bununla birlikte dünyanın en büyük sömürü gücünü, en büyük iktisadî gücü, yandaşlarıyla birlikte elinde bulunduran Papa, böyle bir mescidin yapılmasına izin vermez. Korkup izin vermez. Bugün yirmi yıldır İslam ülkeleri her yıl bu isteklerini yinelerler. Devletlerarasında bir tür siyasi nezaket ve diplomatik hoşgörü bulunmasına karşın mescit yapma izni çıkmamıştır. Oysa Doğu’nun en büyük kiliselerinin İslam ülkeleri içinde, İslam halifesinin, imparatorunun kulağının dibinde onarılıp korunmaları bir yana, hatta inşa edilmiştir. Daha önemlisi ve şaşırtıcı olanıysa İslam’ın beytülmal bütçesinden kiliselerin ve Yahudi tapınaklarının onarımına resmi ödenek ayrılmasıdır. Bu, bugün de vardır ve bu geleneğe göre şimdi de ödenek ayrılır. Daha da şaşırtıcısı, Madam Limpton’un deyişiyle şuydu; “Müslümanlar kiliselerin ya da Yahudi tapınaklarının onarılması için kendi mülklerini vakfederlerdi.” Olgunluğu, görüş açıklığını ve korkusuzluğu görüyor musunuz? O, öteki dinlere böyle davranır; çünkü kendisini o denli güçlü görür ki bunları kendi düşünsel uyrukları olarak algılar. Yaptığı iş, büyüklerin küçükleri sevip okşaması gibidir. Tutumu·, öğrenci karşısında öğretmenin tutumu gibidir. Kültürsüz öğretmenin, iyi ve kültürlü öğrencisini aşağılayıp yalancı çıkardığını, böylece onun çalışkan ve kültürlü olduğu yolundaki ününü lekelemek istediğini, buna karşılık, kültürlü ve büyük öğretmenin ise, öğrencisini olduğundan daha büyük gösterdiğini hep görmüşüzdür. Çünkü kültürlü öğretmen kendisini başkalarının büyüklük ve üstünlüklerine zarar veremeyecek kadar büyük ve üstün görür. Akıllı ve bilgili öğrenciyse bilgili öğretmeninin egosunu tatmin eder. Bütün insanî ilişkilerde bu genel bir yasadır; kendilerini bu insanî fıtri belirleyicilikten kurtarıp başka bir makama ulaşan insanlar bu genellemenin dışında tutulabilir.
Dolayısıyla, kiliseler her ne kadar görkemli ve süslü olsalar ve birçok toplantılar düzenleseler, bir sürü hutbeler okusalar ve bir yığın kitap yayımlasalar da bunun karşısında Müslüman’ın mantığı, gücü, dayanağı ve görüşü daha çok gündemdedir ve kendisini daha çok gösterir.
Bir kahraman, hep savaşacak birini arar, güçlü bir savaşçı arayışındadır. Güçsüz ve etkisiz insanlar onun gururunu kamçılamazlar. Uygarlıklar da böyledir. Burada kişisel bir örnek geldi aklıma. Bu örnek, bu konularda yazılmış tüm kitaplardan daha değerli, daha aydınlatıcıdır ve benim inancıma göre, çağımızda baş gösteren en büyük olay olup nicelik açısındansa oldukça küçüktür. Ne yazık ki tarih iri olanı -büyük olanı değil- görür ve iri insanları not eder. Zayıf ve küçük olan her şeyi anlamaz, görmez. Ben, ömrümde bana o denli üstünlük ve başarı verebilecek buna benzer başka bir durumu duyumsamadım. Doğu ile Batı ilişkisini -bana göreyse tarihi- bütünüyle değiştiren küçük bir olaydı bu. Sanki Avrupa, Afrika’ya gelmiş, Afrika ise Avrupa’ya gitmiş, yer değiştirmişlerdi.
Avrupa tarihinde Paris şehrinin, kendine özgü bir büyüklüğü ve gururu vardır. Paris, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıldaki dünyada ortaya çıkan bütün devrimlerin anasıdır. Buysa, onun övünçlerinden biridir. Bütün devrimciler, oranın kafelerinde büyümüş, olgunlaşmış ve birbirlerini görmüşlerdir. Rusya, Almanya, İngiltere ve Amerika devrimcileri, hep Paris’ten esinlendiler. Esas olarak Paris, bütün özgürlük arayanların, devrimcilerin, Doğu ve Batı liderlerinin sığınağı olmuştur. Bütün eski kafelerin, apartmanların ve otellerin duvarlarına baktığınızda, burada falan devrimci lider kalıyordu, burada falanca devrimin planı yapılmıştı, burası falan devrimcilerin takılma yeriydi, diye yazılmış olduğunu görürsünüz.
1917 Rusya devriminin merkezi Paris’tir. Devrimci gazetelerse önce Paris’te yayımlanmışlar ve kuzey İran yoluyla Rusya’ya sokulmuşlardır. Amerika’ya İngilizlere ve İspanyollara karşı bağımsızlık kazandıran devrim planı, devrim tohumları ve devrim önderleri Paris kafelerinde ortaya çıkmıştır. Lenin, Marx, Engels gibi tipler Paris’ten değildir, ama yerleri burasıydı ve Paris’in övünç kaynaklarından sayılıyorlardı. Faşizmin merkezi burasıdır. Hitler’den önce Count de Gobineau faşizmi Paris’te oluşturmuştur. Şimdi de bir caddenin yukarısında cumhuriyetçilerin merkezi, aşağısındaysa saltanatçılar bulunmaktadır ki bu saltanatçılar, Büyük Fransa Devrimi’ne karşıdırlar ve Luilerin dönemine dönmek gerektiğine inanırlar; hala partileri, çeşitli yayın ve toplantıları sürmektedir, birçok kitap yayımlamaktadırlar. Daha aşağıda faşistler, daha aşağıda Siyonistlerin kütüphaneleri, yine orada Kuzey Afrikalı öğrencilerin -Cezayir ve çeşitli Afrika ülkelerinden gelen öğrencilerin-merkezi, yine orada Rusya yanlısı, Çin yanlısı komünist partileri, Troçki’nin Enternasyonali -ki başka hiçbir yerde partisi yoktur- daha aşağı gelince hava kesinlikle değişir, orada bambaşka bir örgüt, bambaşka bir durum vardır. Kimdir bunlar? Buradaki Mazdaizm’dir. Mazdaizm nedir? Hint’e dönüştür; Burada etyemezler, yoga vs. yaparlar, çalışırlar, tefekküre [hulse] dalarlar, birtakım maddeleri kullanır, Tanrı’yı içlerinde görürler. Fransa ile Çin arasında siyasi ilişkilerin henüz bulunmadığı bir sırada Enformation de Pekin gazetesi -yani Çin gazetesi- Paris’te basılıyordu [dağıtılmıyordu, basılıyordu]. Tüm bunlar, düşünce, irade, ruh, demokrasi ve özgürlük gücünü göstermektedir. Paris, “O kadar güçlüyüm ki tüm bu akımları içimde eritebilirim, hepsini egemenliğim altında tutarım. Öğretim, düşüncem ve kültürüm tüm bu çelişik ve çatışık akımlardan daha güçlüdür ve bunlardan hiç biri beni içten tehdit edemezler, yıkamazlar” demek istemektedir.
Paris, tüm bunları ileri sürmektedir ve savlarıyla övünmektedir. Fakat anımsıyorum, o günlerde Paris’te [4 Kasım 1961] Révolution Africa [Afrika Devrimi] dergisini alıyordum. Bu, devrimci bir dergi olup Cezayir’in bağımsızlığa kavuşmasından sonra Zuhra Dureyf, Cemile Bûheri, Cemile Bûpaşa ve bir grup genç Afrikalı yazarın yazılarıyla çıkıyordu. Seçkin bir dergiydi ve Afrika’da ve Doğu toplumlarında oluşmakta olan ve düşünsel açılardan söyleyecek yeni şeyleri bulunan yeni kuşağa yönelikti.
Her ne olursa olsun, bu derginin tiryakisiydim ve yayımlandığı günü kollardım. Tam olarak anımsamıyorum, 4 Kasım günü, dergiyi almak için gazete bayiine gittim. Gelmediğini söyledi. Ertesi gün, daha ertesi gün gittim, gene gelmedi, dedi. “Ne olmuş?” dedim. Gazete satıcısının söylediğini önce anlamadım, etkilenmiştim. Sonra kendime geldim ve dediğini duydum; “Révolution Africa, Fransa İçişleri Bakanlığınca kapatıldı.” Ama niçin?
Fransa Komünist Partisi başkanı Sn. Morris Tores şöyle diyor; “Cezayir ulusu yoktur, henüz yeni oluşmaktadır.” Yani bir komünist, bin yıl önce, uygarlığı bulunan ve İspanyalıları uygarlaştıran Kuzey Afrika ulusunu, yeni oluşmakta olan bir ulus olarak görüyor; hem de dünya işçilerinin bağımsızlığını destekleyen, bu sözleri sarf eden ve villası Nice’de Brigitte Bardot’un villasıyla yarışan Morris Tores. Ve böyle fetvalar verip Cezayir’in hala Fransa sermayedarlığının sömürüsü altında kalması gerektiğine inanıyor. Sermayedarlık düşmanının ağzından sermayedarlık sloganı. Ona göre Afrika’nın ulusu bulunmadığından, oraya giden Fransızlardan ve Belçikalılardan elbise giymeyi, yemek yemeyi, uygarlığı, okumayı, yazmayı öğrenen bir avuç köleydi onlar. Aydınları, birkaç günlüğüne Avrupa’ya, Paris’e, Amsterdam’a gelip gezen, insanoğlunun yaşayışını öğrenen kimselerdi. Eski âlimleri ve kültür adamlarıysa, oldukça eski bir grup din adamlarından oluşur ki bunlar ezbere birkaç metin ve dua bilirler, bilimden, kültürden ve bilimsel sahadan haberleri yoktur. Bunlar konuşmaya cesaret edemezler. Konuşurlarsa, bizim burada ağızlarına verdiğimiz ve onların orada bulgur yaptıkları şeyleri konuşurlar.
Şimdi, ulusları ve toprakları bir değer taşımayan birkaç kız ve erkek Fransa’da dergi çıkarırlar. Dünyanın bütün devrimci akımlarına özgürce katlanan, korkmayan ve kendisini herkese egemen gören Fransız devleti, bu dergi karşısında korkuya kapılır ve sakın ha bu düşünce ve güç Paris toplumunda etkili olmasın, aydın, genç, okumuş ve entelektüel kuşağı saptırmasın diye ürkmeye başlar.
İşte orada Paris devinin, köle Afrikalıdan -ki soyu uygarlık oluşturan bir soy olarak olumsuzlanmıştır- korktuğunu ve karşısında savunma durumuna geçtiğini gördüm.
Fransa gibi bir ülkede, özgürlüğün, demokrasinin, büyük devrimin ve övünçlerin vs. hepsinin gerçek olduğunu, ama sermayeye zarar vermediği sürece gerçek olduğunu görüyoruz. Çıkarları tehlikeye düşünce, Cezayir’in doruktaki savaşçılarına ulaşamayan özgürlükçü Fransa, veremlilerin yattıkları hastaneye girer ve göğüslerine güneş kızgınlığının çöktüğü veremli Müslüman Arapları, insan sever liberal demokrasileri [!] zarar görmesin diye zincire vurur.
Fransa gibi güçlü bir sistemin, kültürün, tarihin ve ulusun ve Fransız halkının, Afrikalı bir derginin yayımlanmasına katlanamadıklarını ve ondan korktuklarını görünce Afrika’nın, Doğu’nun ve İslam toplumunun saldırı durumunda olduğunu ve büyük Batı uygarlığının savunmaya geçtiğini anladım. Eğer bu grafik sabit olursa -onlar kırk yaşında, biz bir yaşımızda olsak da- yarının tarihinin cebrî yazgısı ve gidişi bellidir. Bu, bir uygarlığın, saldırı durumundan savunma durumuna nasıl geçtiğini, özellikle nasıl yeni bir kuşağın yeni saldırısı karşısında yer aldığını gösteren en büyük örnektir.