Menyu
İSLAM BİLİM; DERS-11 [Bölüm 3]
İSLAM BİLİM

İSLAM BİLİM; DERS-11 [Bölüm 3]

DİNİN YENİLENMESİNİN GEREĞİ

 

Öğreti ve ideoloji de böyle durumdadır. İslam’ın ilk yıllarındaki Müslümanlar da böyleydiler. İslam’ın ken­disi bir öğreti ve bir inançlar dizgesi olarak zaman içinde değişime uğramaz. Bir din olarak İslam, toplumların ge­leneksel çerçevelerinde, uygarlık ve kültürlerin gövde­sinde yer almakta olup özdeş dışsal bir cisim kazanır ve bu şekilde tarihin değişimlerinin çizgisinde cılızlaşır, ye­nileşmeye, şeklini, kılığını, ilişkilerini ve dilini değiştir­meye gereksinim duyar. Yanlış anlaşılmasın, -gerçi ço­ğunluk için yanlış anlaşılma söz konusu değildir- yeni­leşmeden amaç, İslam’ın kendisi olan değişmez gerçeğin yenileşmesi değildir. Birtakım kimselerin, “dinî düşünce­mizde görüşümüzü yenilemeliyiz, dinî görüşümüz yeni­lenmelidir, din bu çağın diliyle, bu kuşağa uygun ve yara­şır olarak tebliğ edilmelidir” şeklindeki sözleri, dinin de­ğişmesi anlamına gelmez. Çünkü inanan kimse, kimi yerlerinde müdahaleye gerek vardır diyemez; inanmı­yorsa zaten böyle bir konudan söz etmez. Dinî düşünce­nin yenilenmesi şu anlamdadır; Değişmez gerçek, gele­nek, soy, toplum, kültür, inanç, birey, felsefe ve ruh kap­ları içinde yer aldığında bir süre sonra toplumsal ve ta­rihsel koşulların ürünü olan ve değişebilen kapları de­ğiştirmek gerekir. Çünkü bu kutsal gerçeğin kabını de­ğiştirip yenilemezsek, kabın içindeki yitip gider.

 

TEHLİKE

 

Tehlike budur. Sürekli sözünü ettiğimiz tehlike şu­dur; Ölümsüz bir gerçeği eskiyebilen değişken bir kabın içine yerleştirdiğimizde, bu anlam, hep bu kalıpla birlikte olduğu için birkaç kuşağın geçmesiyle geleneksel ve kalıtsal bir şekle dönüşür ve sonraki kuşaklar içeriğin [ideoloji, öğreti ve iman] hangisi, kabın [dil, anlatım, mantık, bilimler, gelenek ve delillendirme] hangisi oldu­ğunu ayırt edemezler. Kaçınılmaz olarak da bu ikisini, yanlış yere birbirlerini gereksindiklerini sanırlar. Bu kaplar bütün zamanlarda kalamayacağı ve zorunlu ola­rak yok olacağı için geriler. Kendi kendine kalma ve edimde bulunma yeteneği yoktur bu durumda. Bilinçli, inanmış ve bu içerik -İslam ve din- ile tanışık bir kuşak, bunu çıkartıp diriltmez ve çağıyla uyumlu anlatım, açık­lama ve bilim zarfları içinde yeniden ortaya koymazsa, kap ve içerik hep birlikte yok olup gider. Örneğin Pey­gamber Mescidi’nin o üç basamaklı minberiyle yetinir­sek, bütün seslerin, bütün söylenenlerin, bütün müziklerin ve bütün konuşmaların, uzun ve kısa dalgalar yoluyla dünyanın her yanına yayılmasından ve yerkürenin geniş bir bölgesinin radyoyla, televizyonla, basınla, hoparlör­lerle ve filmlerle düşünsel kılığa bürünmesinden sonra, en yüce, en kurtarıcı ve en gerçek sözleri de söylesek özel bir toplantının kısıtlı alanı içinde kalacak, ölecek ve dün­yanın kulağına ulaşmayacaktır.

 

IŞIĞIN HAREKETİ GİBİ ŞAŞIRTICI BİR HAREKET

 

Din, saldırı durumu kazanınca, kendisini hızla de­ğiştirir. Bir güçlük çıktığı yerde bu güçlüğü hızla çözebi­lir ve kendisini hızla koşullara uydurabilir [dinî güç kas­tedilmektedir] ve çözüm yolu gösterebilir. Düşman kar­şısında korkmaması, kaçmaması ve kanısını gizlememe­si bir yana ileri çıkar ve onu avlayıp kontrol altına alır; onun ağzına gem vurur, toplumun koruyucularını kendisinin düşünce, akıl ve hüküm buyruğunun dizgini altına alır ve zaman binitine biner. Toplumda baş gösteren her hareket onun yetkisi altındadır. Her yerde hazır bulu­nur. Ahlak, aile, siyaset ve iktisat sorunlarını hiç kimse dinden daha çabuk cevaplayamaz.

 

Böylelikle, İslam’ın coşkun gençlik döneminde İslamî bir grubun, tarihte ışığın hareketi gibi şaşırtıcı bir hızla ileri atıldığını, 18. yılından 21. yılına dek İran’ın fet­hedildiğini ve bu büyük insanlık hareketinin önderinin ömrünün sonuna dek -ki on, on bir yıldan fazla değildir- bir köy durumundaki Medine’nin bin kılıçlı savaşçıyla, dünya çapında devrimci bir etken, dünyanın en büyük imparatorluklarına karşı saldırıya geçmiş bir güç şekli­ne dönüştüğünü görüyoruz. Bir yüzyıl içinde İslamî amaçlar ve itikadî düşünceler, sadece birkaç yazılı kay­nağı bulunan ümmî bedevi toplumda, Batı ve Doğu uygar­lıklar cephesini kendi görüşüne ve ruhunun yönelimine göre değiştirir. İki yüzyıl sonraysa en büyük üniversite­ler, kütüphaneler, düşünsel, kültürel ve bilimsel yaratı ve gelişmeler, farklı, çelişkili ve çeşitli boyutlarıyla olu­şur. Yaklaşık iki yüzyıl, İslam toplumlarının her yanın­da, bugün de adları insanlık dehası tarihinin ölümsüz yüzleri arasında yer alan nice dehalar kendini gösterir.

 

Şii imam mescitte oturuyorken dehri bir şair ya da câsilik biri -ki sanıldığının tersine câsilik bir kişi adı değil, Katolik demektir- içeri girer. Mescide saldırı ve eleştiri için geldiği ortadadır, ama din, o konuşunca her­kesin sapıtacağından korkmaz. Bu yüzden onun konuş­masına ve cevabını almasına engel olmaz. Oysa bugün Müslüman zayıflamıştır, korkmaktadır; dehriden değil, İbn Ebi’l Avca’dan değil, Ebi’l-Ala Ma’arri’den değil de benim gibi adamlardan korkmaktadır hem de.

 

Arkadaşlardan biri diyordu ki, sana -yani benim- ko­yu muhalif olanlardan birine senin konuşmalarını hiç dinleyip dinlemediğini sorduk. Dedi, hayır. Dedik, hiç ki­tabını ya da yazısını okudun mu? Dedi, hayır. Dedik, öy­leyse nereden anladın kötü bir adam olduğunu? Dedi, bil­miyorum; falanca söyledi. Dedik, sen de insansın, öğre­nim görmüş birisin; hem de yüksek öğrenim görmüşsün; şu kitaplardan birini al, oku. Alıp gitti. Bir süre sonra, okuyup okumadığını sorduk. Dedi, “Korktum; onu oku­yunca sapıtabileceğimi gördüm.” Acizliği görüyor musu­nuz? Tıpkı hasta adamlar gibi, midesi artık birşey haz­medemiyor. Kanı, algılama ve tatma yeteneği yok. Her­ şeyden korkuyor. Doktor ne söylerse onu yiyor; söyleme­diğini de yemiyor. Kendiliğinden bir şey yerse yanlış ya­pıyor. Dinleme ve anlama cesareti yok. Anlayabilir ama -­anlamak başka bir kategoridir- cesareti yok.

 

ÖLMEMEK İÇİN ACİZCE BİR SAVUNMA

 

Dördüncü ve beşinci yüzyıl Hıristiyanlığı, saldırma durumu içerisindedir. Hıristiyan, Sezar dönemi tapınak­larına -ki dünya güç ve vahşiliğinin merkeziydi- gelip yalnız başına putların karşısına dikilir, onlara saldırıp söver, delillerini ortaya koyar, sonra da kendisini yok eder.

 

Dördüncü, beşinci ve altıncı yüzyıl Hıristiyanlarının gösterdikleri özveri ve kahramanlıklar, sadece Hıristi­yanlık tarihinde değil, insanlık tarihinde de şaşkınlık vericidir; bu nasıl bir varlıktır, nereye dek özverili olabi­lir ve ölümden zevk alabilir? Oysa daha sonra, artık dinin o duyarlılıkları taşımadığı, dünyada bir siyasi etken ola­rak, bir yönetim sistemi olarak bir rol oynamadığı yirminci yüzyılda, duyarlılıkların başka konular üzerinde yoğunlaştığı çağda, İslam ülkelerinden sadece bir iskele­tin kaldığı, dinin eski toplumun bir parçası olduğu ve ge­riye İslamî dönemden, İslamî imandan, o büyüklükler­den, görkemlerden ve insanlardan sadece bir anı kaldığı bu günlerde ve artık kimsenin mescitten korkmadığı ve mescidin varlığının bir yere zarar vermediği şu dönemde İslam ülkeleri, Roma’da mescit yapmayı öneriyorlar; Ba­tı’da yapılmış olan tüm mescitler gibi görkemli, kalaba­lık, düzenli, ama kof ve boş bir mescit. Yedi yüz bin kişi uyum içerisinde namaz kılıyorlar, insan tuhaf bir heye­can duyuyor ve İslam’ın ilk dönemi insanın kafasında canlanıyor, ama sonunda, sonuna kadar bildiğiniz bir hutbe okurlar. Klişeleşmiş ve tekrarlanıp duran -ölüler için okunan hutbeler gibi- bir şeydir ki artık ezberlemiş­lerdir okuya okuya. Bununla birlikte dünyanın en büyük sömürü gücünü, en büyük iktisadî gücü, yandaşlarıyla birlikte elinde bulunduran Papa, böyle bir mescidin ya­pılmasına izin vermez. Korkup izin vermez. Bugün yirmi yıldır İslam ülkeleri her yıl bu isteklerini yinelerler. Devletlerarasında bir tür siyasi nezaket ve diplomatik hoş­görü bulunmasına karşın mescit yapma izni çıkmamış­tır. Oysa Doğu’nun en büyük kiliselerinin İslam ülkeleri içinde, İslam halifesinin, imparatorunun kulağının di­binde onarılıp korunmaları bir yana, hatta inşa edilmiş­tir. Daha önemlisi ve şaşırtıcı olanıysa İslam’ın beytül­mal bütçesinden kiliselerin ve Yahudi tapınaklarının onarımına resmi ödenek ayrılmasıdır. Bu, bugün de var­dır ve bu geleneğe göre şimdi de ödenek ayrılır. Daha da şaşırtıcısı, Madam Limpton’un deyişiyle şuydu; “Müslümanlar kiliselerin ya da Yahudi tapınaklarının onarıl­ması için kendi mülklerini vakfederlerdi.” Olgunluğu, görüş açıklığını ve korkusuzluğu görüyor musunuz? O, öteki dinlere böyle davranır; çünkü kendi­sini o denli güçlü görür ki bunları kendi düşünsel uyruk­ları olarak algılar. Yaptığı iş, büyüklerin küçükleri sevip okşaması gibidir. Tutumu·, öğrenci karşısında öğretme­nin tutumu gibidir. Kültürsüz öğretmenin, iyi ve kültür­lü öğrencisini aşağılayıp yalancı çıkardığını, böylece onun çalışkan ve kültürlü olduğu yolundaki ününü leke­lemek istediğini, buna karşılık, kültürlü ve büyük öğret­menin ise, öğrencisini olduğundan daha büyük gösterdi­ğini hep görmüşüzdür. Çünkü kültürlü öğretmen kendi­sini başkalarının büyüklük ve üstünlüklerine zarar ve­remeyecek kadar büyük ve üstün görür. Akıllı ve bilgili öğrenciyse bilgili öğretmeninin egosunu tatmin eder. Bü­tün insanî ilişkilerde bu genel bir yasadır; kendilerini bu insanî fıtri belirleyicilikten kurtarıp başka bir makama ulaşan insanlar bu genellemenin dışında tutulabilir.

 

Dolayısıyla, kiliseler her ne kadar görkemli ve süslü olsalar ve birçok toplantılar düzenleseler, bir sürü hut­beler okusalar ve bir yığın kitap yayımlasalar da bunun karşısında Müslüman’ın mantığı, gücü, dayanağı ve gö­rüşü daha çok gündemdedir ve kendisini daha çok gösterir.

 

Bir kahraman, hep savaşacak birini arar, güçlü bir savaşçı arayışındadır. Güçsüz ve etkisiz insanlar onun gururunu kamçılamazlar. Uygarlıklar da böyledir. Bu­rada kişisel bir örnek geldi aklıma. Bu örnek, bu konular­da yazılmış tüm kitaplardan daha değerli, daha aydınla­tıcıdır ve benim inancıma göre, çağımızda baş gösteren en büyük olay olup nicelik açısındansa oldukça küçük­tür. Ne yazık ki tarih iri olanı -büyük olanı değil- görür ve iri insanları not eder. Zayıf ve küçük olan her şeyi anlamaz, görmez. Ben, ömrümde bana o denli üstünlük ve ba­şarı verebilecek buna benzer başka bir durumu duyum­samadım. Doğu ile Batı ilişkisini -bana göreyse tarihi- ­bütünüyle değiştiren küçük bir olaydı bu. Sanki Avrupa, Afrika’ya gelmiş, Afrika ise Avrupa’ya gitmiş, yer değiş­tirmişlerdi.

 

Avrupa tarihinde Paris şehrinin, kendine özgü bir büyüklüğü ve gururu vardır. Paris, on dokuzuncu ve yir­minci yüzyıldaki dünyada ortaya çıkan bütün devrimle­rin anasıdır. Buysa, onun övünçlerinden biridir. Bütün devrimciler, oranın kafelerinde büyümüş, olgunlaşmış ve birbirlerini görmüşlerdir. Rusya, Almanya, İngiltere ve Amerika devrimcileri, hep Paris’ten esinlendiler. Esas olarak Paris, bütün özgürlük arayanların, devrim­cilerin, Doğu ve Batı liderlerinin sığınağı olmuştur. Bü­tün eski kafelerin, apartmanların ve otellerin duvarları­na baktığınızda, burada falan devrimci lider kalıyordu, burada falanca devrimin planı yapılmıştı, burası falan devrimcilerin takılma yeriydi, diye yazılmış olduğunu görürsünüz.

 

1917 Rusya devriminin merkezi Paris’tir. Devrimci gazetelerse önce Paris’te yayımlanmışlar ve kuzey İran yoluyla Rusya’ya sokulmuşlardır. Amerika’ya İngilizle­re ve İspanyollara karşı bağımsızlık kazandıran devrim planı, devrim tohumları ve devrim önderleri Paris kafe­lerinde ortaya çıkmıştır. Lenin, Marx, Engels gibi tipler Paris’ten değildir, ama yerleri burasıydı ve Paris’in övünç kaynaklarından sayılıyorlardı. Faşizmin merkezi burasıdır. Hitler’den önce Count de Gobineau faşizmi Paris’te oluşturmuştur. Şimdi de bir caddenin yukarı­sında cumhuriyetçilerin merkezi, aşağısındaysa salta­natçılar bulunmaktadır ki bu saltanatçılar, Büyük Fransa Devrimi’ne karşıdırlar ve Luilerin dönemine dön­mek gerektiğine inanırlar; hala partileri, çeşitli yayın ve toplantıları sürmektedir, birçok kitap yayımlamaktadırlar. Daha aşağıda faşistler, daha aşağıda Siyonistlerin kütüphaneleri, yine orada Kuzey Afrikalı öğrencilerin -Ce­zayir ve çeşitli Afrika ülkelerinden gelen öğrencilerin-merkezi, yine orada Rusya yanlısı, Çin yanlısı komünist partileri, Troçki’nin Enternasyonali -ki başka hiçbir yer­de partisi yoktur- daha aşağı gelince hava kesinlikle de­ğişir, orada bambaşka bir örgüt, bambaşka bir durum vardır. Kimdir bunlar? Buradaki Mazdaizm’dir. Maz­daizm nedir? Hint’e dönüştür; Burada etyemezler, yoga vs. yaparlar, çalışırlar, tefekküre [hulse] dalarlar, birta­kım maddeleri kullanır, Tanrı’yı içlerinde görürler. Fransa ile Çin arasında siyasi ilişkilerin henüz bulun­madığı bir sırada Enformation de Pekin gazetesi -yani Çin gazetesi- Paris’te basılıyordu [dağıtılmıyordu, basılı­yordu]. Tüm bunlar, düşünce, irade, ruh, demokrasi ve özgürlük gücünü göstermektedir. Paris, “O kadar güçlü­yüm ki tüm bu akımları içimde eritebilirim, hepsini ege­menliğim altında tutarım. Öğretim, düşüncem ve kültü­rüm tüm bu çelişik ve çatışık akımlardan daha güçlüdür ve bunlardan hiç biri beni içten tehdit edemezler, yıka­mazlar” demek istemektedir.

 

Paris, tüm bunları ileri sürmektedir ve savlarıyla övünmektedir. Fakat anımsıyorum, o günlerde Paris’te [4 Kasım 1961] Révolution Africa [Afrika Devrimi] der­gisini alıyordum. Bu, devrimci bir dergi olup Cezayir’in bağımsızlığa kavuşmasından sonra Zuhra Dureyf, Cemi­le Bûheri, Cemile Bûpaşa ve bir grup genç Afrikalı yaza­rın yazılarıyla çıkıyordu. Seçkin bir dergiydi ve Afrika’da ve Doğu toplumlarında oluşmakta olan ve düşünsel açılardan söyleyecek yeni şeyleri bulunan yeni kuşağa yö­nelikti.

 

Her ne olursa olsun, bu derginin tiryakisiydim ve ya­yımlandığı günü kollardım. Tam olarak anımsamıyo­rum, 4 Kasım günü, dergiyi almak için gazete bayiine git­tim. Gelmediğini söyledi. Ertesi gün, daha ertesi gün git­tim, gene gelmedi, dedi. “Ne olmuş?” dedim. Gazete satıcı­sının söylediğini önce anlamadım, etkilenmiştim. Sonra kendime geldim ve dediğini duydum; “Révolution Africa, Fransa İçişleri Bakanlığınca kapatıldı.” Ama niçin?

 

Fransa Komünist Partisi başkanı Sn. Morris Tores ­şöyle diyor; “Cezayir ulusu yoktur, henüz yeni oluşmak­tadır.” Yani bir komünist, bin yıl önce, uygarlığı bulunan ve İspanyalıları uygarlaştıran Kuzey Afrika ulusunu, ye­ni oluşmakta olan bir ulus olarak görüyor; hem de dünya işçilerinin bağımsızlığını destekleyen, bu sözleri sarf eden ve villası Nice’de Brigitte Bardot’un villasıyla yarı­şan Morris Tores. Ve böyle fetvalar verip Cezayir’in hala Fransa sermayedarlığının sömürüsü altında kalması ge­rektiğine inanıyor. Sermayedarlık düşmanının ağzından sermayedarlık sloganı. Ona göre Afrika’nın ulusu bulunmadığından, oraya giden Fransızlardan ve Belçikalı­lardan elbise giymeyi, yemek yemeyi, uygarlığı, okuma­yı, yazmayı öğrenen bir avuç köleydi onlar. Aydınları, birkaç günlüğüne Avrupa’ya, Paris’e, Amsterdam’a gelip gezen, insanoğlunun yaşayışını öğrenen kimselerdi. Es­ki âlimleri ve kültür adamlarıysa, oldukça eski bir grup din adamlarından oluşur ki bunlar ezbere birkaç metin ve dua bilirler, bilimden, kültürden ve bilimsel sahadan haberleri yoktur. Bunlar konuşmaya cesaret edemezler. Konuşurlarsa, bizim burada ağızlarına verdiğimiz ve on­ların orada bulgur yaptıkları şeyleri konuşurlar.

 

Şimdi, ulusları ve toprakları bir değer taşımayan bir­kaç kız ve erkek Fransa’da dergi çıkarırlar. Dünyanın bütün devrimci akımlarına özgürce katlanan, korkma­yan ve kendisini herkese egemen gören Fransız devleti, bu dergi karşısında korkuya kapılır ve sakın ha bu dü­şünce ve güç Paris toplumunda etkili olmasın, aydın, genç, okumuş ve entelektüel kuşağı saptırmasın diye ürkmeye başlar.

 

İşte orada Paris devinin, köle Afrikalıdan -ki soyu uy­garlık oluşturan bir soy olarak olumsuzlanmıştır- kork­tuğunu ve karşısında savunma durumuna geçtiğini gör­düm.

 

Fransa gibi bir ülkede, özgürlüğün, demokrasinin, büyük devrimin ve övünçlerin vs. hepsinin gerçek oldu­ğunu, ama sermayeye zarar vermediği sürece gerçek ol­duğunu görüyoruz. Çıkarları tehlikeye düşünce, Ceza­yir’in doruktaki savaşçılarına ulaşamayan özgürlükçü Fransa, veremlilerin yattıkları hastaneye girer ve göğüs­lerine güneş kızgınlığının çöktüğü veremli Müslüman Arapları, insan sever liberal demokrasileri [!] zarar görmesin diye zincire vurur.

 

Fransa gibi güçlü bir sistemin, kültürün, tarihin ve ulusun ve Fransız halkının, Afrikalı bir derginin yayımlanmasına katlanamadıklarını ve ondan korktuklarını görünce Afrika’nın, Doğu’nun ve İslam toplumunun saldı­rı durumunda olduğunu ve büyük Batı uygarlığının sa­vunmaya geçtiğini anladım. Eğer bu grafik sabit olursa -­onlar kırk yaşında, biz bir yaşımızda olsak da- yarının ta­rihinin cebrî yazgısı ve gidişi bellidir. Bu, bir uygarlığın, saldırı durumundan savunma durumuna nasıl geçtiğini, özellikle nasıl yeni bir kuşağın yeni saldırısı karşısında yer aldığını gösteren en büyük örnektir.