Menyu
İSLAM BİLİM; DERS-11 [Bölüm 4]
İSLAM BİLİM

İSLAM BİLİM; DERS-11 [Bölüm 4]

SÜREKLİ DEVRİM

 

“Bir toplum hep saldırı durumunu korumayı ve sa­vunma inişine geçmemeyi başarabilir mi?” sorusuna Toynbee bir cevap vermemiş ve bunu ele almamıştır. Ter­sine, bu durumun tarihsel gerekirlik olduğunu belirt­miştir. Yani, birey savunma durumundan nasıl kaçamı­yorsa toplum da kaçamaz, ama bunu erteleyebilir, sa­vunma durumunu güçlendirebilir ve ani düşüşe ve yok oluşa düşmeyebilir. İslam inancındaysa üç temel üzerine dayanılarak devrim süreklileştirilebilir.

 

1- İçtihat; Grafiğin sürekli yükselişi olanaksızdır, bu tarihin gerekirliğidir. Kur’an’da yer alan “Her ümmetin bir eceli vardır.” [Araf Suresi, 34] hükmü, belki de “Her ümmet ve milletin belirli bir dönemi vardır” anlamındadır. Her bireyin, her toplumun ve her öğretinin bir ömrü vardır ve hiçbir olgu ölümsüz ve ebedi değildir. Fakat buna benzer birtakım konularda sürekli devrim adı verilen bir tez vardır ki zorunlu olarak savunma ve durgunluk duru­muna düşmüş bulunan bir toplumun nasıl yönlendirile­rek sürekli devrim içinde tutulabileceğini ve ardarda devrimler biçiminde onun hayatının nasıl sürekli yenile­bileceğini göstermektedir. İşte böylelikle, toplumun sa­vunma eğrisinin düşüşü önlenebilir. Bence, ideoloji ola­rak İslam’da, toplumun bilimsel bakımdan sürekli ken­disine saldırı durumu kazandırabileceğini gösteren en büyük etken içtihat konusudur. İçtihat, ideoloji açısın­dan düşünsel yenileme işlevi görür. İçtihat, asla dur­maksızın zaman boyunca süren düşünsel bir devrimdir. Bugün, bilmiyorum neden içtihat, sadece yan hükümle­rin belirlenmesiyle sınırlandırılmıştır? Oysa Kur’an’ın anlaşılmasında ve inançlarımızın çözümlenmesinde, tanınmasında, incelenmesinde, bir tür çıkarım ve irdeleme yapılmasında da sürekli içtihat içinde olmamız gerekti­ğine inanıyorum. Bu tür içtihat, daha önemli ve daha güçlü bir içtihattır. Özellikle fıkıh konuları uzmanlık ko­nuları olup onlarla ilgilenmek farz-ı kifaye olduğundan herkesin uğraşmasını gerektirmez. Oysa itikatla ilgili konular farz-ı ayn olup her birey, kendi akaidinde kişisel olarak içtihat etmelidir; çünkü kimse -âlim ya da avam- ­itikatla ilgili konularda taklitte bulunamaz. Dolayısıyla ben, araştırmaya ve tanımaya koyulduğumda fikret­mekle ve düşünmekle görevliyim, mantıklı ve akılcı dü­şünüp seçmeliyim demektir. Aslında itikat konularında içtihat, gerçeklerin değiştirilmesi değil, inançları algıla­yış biçiminin değiştirilmesi anlamına gelir. Yani her gün daha iyi anlamak, daha yetkin çıkarımda bulunmak, her gün yeni bir iç anlam keşfetmek ve yeni bir devinliğe gitmek demektir. Bu anlamda içtihat, ideolojide sürekli bir düşünce devrimidir.

 

2- Marufu Emretmek, Münkerden Alıkoymak; İkin­cisi, ilk dönem İslam terminolojisinde ve Peygamber’in ve Ali’nin söyledikleri, Hüseyin’in yaptığı, Müslümanların anladıkları şekliyle var olan marufu emretmek, münkerden alıkoymaktır. Bugün olduğu gibi fantazi bir yönü yoktur bunun. İmam Hüseyin’in kendisi, geriye bı­raktığı vasiyetinde, hareketinin dayanağını açıklar [bu­gün Hüseyin’in hareketinin dayanağını anlamak için, değersiz ve yanlış felsefe oyunlarına başvurmanız ge­rekmez]; Ben başka birşey için değil, marufu emretmek, münkerden alıkoymak için gidiyorum. Hüseyin’in yap­tığı, marufu emredip münkerden alıkoymanın anlamı­dır. Bu ise bütün bireylerin özdeş görev ve yükümlülüğü­dür. İslam toplumunda sadece âlimler ve resmi siyasî kişiler değil, bütün bireyler -halktan kimseler, seçkinler, aydınlar, esnaf ve herkes- marufu emredip, münkerden alıkoymaktan sorumludurlar. Buysa kendiliğinden İs­lam toplumunu sürekli devrim hareketine, süreğen ya­pıp yıkmaya yöneltir. İslam toplumunda hiç kimse, ha­yatında değişmezlik ve yansızlık durumu içinde olamaz, çünkü sorumludur. Dolayısıyla toplumsal konularda, toplumsal sistemde ve marufu emredip münkerden alı­koymada içtihadın, dini hem düşünce ve akıl çıkarımı şeklinde, hem de toplumsal sistem şeklinde sürekli dev­rim durumu içinde tuttuğunu görmekteyiz. Bu sürekli devrimse Troçki’nin dediği gibi her birkaç dönemde bir kez ve ardarda olan birşey değildir. Tam tersine her bi­rey, bulunduğu her düzeyde sürekli, her gün ve hayatı­nın her anında, toplumsal ve düşünsel sistemde bir dev­rimci eylem içindedir. Bakınız, konular ne denli değişi­yor. Şimdi bizim için hiçbir anlam ve içeriği bulunmayan eski terimlerin üzerindeki tozları, toprakları, renkleri ve dış kirlilikleri yıkayıp temizlersek gerçek anlamını anla­rız ve ne denli içerikli olduğunu kavrarız.

 

3- Muhaceret; İçtihat, ideoloji konusundadır. Maru­fu emredip, münkerden alıkoymak ise toplumsal sistem ve ilişkilerdedir. Hicret ise kavim, millet ya da sınıf yazgısında toplu ya da bireysel olarak ortaya çıkan bir olaydır. Muhaceret, iki şekilde olur; Biri içsel ve özsel muhaceret, biriyse dışsal ve nesnel muhacerettir[1].

 

DOĞANIN SERTLİĞİ

 

Doğanın sertliği, basit bir tezdir. Geografizm öğretisi, sert, yumuşak ve orta olmak üzere üç doğaya inanır. Sert iklimli topraklarda iş ve üretim olanaklı değildir. Bu tür topraklarda su, kanal ve ırmak yoktur ve buralar ta­rıma, uygarlığa ve şehirleşmeye elverişli değildir. Bu toplumda yaşama ve hareket oluşmadığından, -burada birtakım kimseler yaşasalar da tarih oluşmaz- gördünüz ve görmektesiniz ki hala ilkel biçimde yaşayan birtakım kabileler vardır ve bunlar Çin’le, Fransa’yla, bizimle ve bütün insanlıkla yaşıt olmakla birlikte, durgunluk ve ye­rinde sayma durumunda kalmışlar ve hiç kımıldama­mışlardır; öteki toplumlar ise devinim içinde olmuşlar­dır. Dolayısıyla bin yıllık geçmişi bulunmak tarihi bu­lunmanın kanıtı değildir; tarihsel geçmişten amaç tari­hin hareketidir.

 

Öte yandan, nimet bolluğunun, beslenmek, barın­mak ve giyinmek için insanların tedbir almalarına, çaba­lamalarına ve savaşımda bulunmalarına gerek bırakma­yacak ölçüde olduğu bir yerde, doğal olarak, düşünme, teknik, örgüt sistemi, iş bölümü ve uzmanlık oluşmaz; böyle bir yerde tarihin hareketi de yoktur. Öyleyse tarih nerede oluşur? Doğanın insan karşısında ne açık bir sof­ra, ne de korkunç ve yaşanılamaz bir mezarlık olduğu yerlerde. Bu yüzden Suudi Arabistan’da, Afrika Çölü’nde ve Kuzey Kutbu’nda uygarlık oluşmaz. İran’a baktığımız­da da sahip olduğumuz büyük uygarlıkların, doğanın in­sanı savaşıma çağırdığı yerlerde oluştuğunu anlıyoruz; Akamenitler, İran’ın merkezi bölümündedirler. Persler [Eşkaniler], Horasan’ın kuzeydoğusunda, Sasaniler ise Fars’ta, yani Huzistan Çölü’nün altında uygarlık oluştur­muşlardır. İnsan düşüncesinin doğayla savaşarak ol­gunlaştığı yerde, yaratı, buluş, düşünme ve deneyim, özellikle de toplumsal ilişkiler, yönetim örgütü, iş bölümü ve teknik uzmanlık varlık kazanır. Dolayısıyla tarih­te hareket etkeni vasat yapılı doğayla savaştır.

 

Max Weber, duygu ve imanı, tarihin hareket etkeni olarak görür. Marx ise iktisadî ve maddi-iktisadî gerek­sinimi etken olarak görürken Schiller her ikisini de ka­bul edip şöyle der; “Aşk ve açlık tarihin hareketine etken­dir.” Ben, Schiller’in çıkarım biçiminden çok hoşlanıyo­rum. Onunla aynı görüşü paylaştığım anlamına gelmez bu. Tersine, iki boyutlu düşündüğü için seviyorum bu bi­çimi. Birçok insanlar tek boyutludurlar, bilginlerin çoğu tek etkene yönelmişlerdir. Oysa insanî konular için tek bir etkeni göz önüne almamızı gerektiren hiçbir delil yok­tur; çünkü birçok delil bulunabilir. Tek boyutlu düşün­mek ve tek etkeni göz önüne almak, eski zihinsel mantı­ğın, Aristo mantığının aynısı olup hala çağımızda bilgin­lerin çoğunun kafasında ve bilimsel zihinde varlığını sürdürmektedir. Sadece yirminci yüzyılda değil, on do­kuzuncu yüzyılda da herkes, konuları tek bir etkenle sı­nırlandırmaya çaba gösterir. Çünkü, bir nedenin, bir so­nuçtan başkasını doğurmayacağına inanılır[2]. Bunlar, formel mantığa bağlı şeylerdir. Bizim bütün hayatımızı ve uygarlığımızı yıkan, bu formel mantık, bu Aristo man­tığıdır. Onun eteğinden kolayca kaçıp kurtulunamaz. İş­te bu nedenle insanlar iki bin yıldır bu hastalığa yaka­lanmışlardır. Yeni yeni, iki yüz, üç yüz yıldır ona ilişkin kuşkular oluşmuştur.

 

Formel mantığın kusuru, özdeş gerçeklikleri, redde­dilmeleri olanaksız ve tam anlamıyla açık görünen, ama duyulamaz, dokunulamaz olan, sadece zihinde var olan, pratikte var olmayan ve bir işe yaramayan soyut ve zi­hinsel biçime dönüştürmektir. Oysa diyalektik, insanın soyut zihinselliğindeki bağımlılığını ortadan kaldırmak, gerçekliğe doğrudan doğruya dokunmak, gerçeği görüp bulmak ister. Schiller, aşk ve açlığı hareket etkeni olarak görür ve insanın hareket etkeninin, tarihin hareket et­keniyle aynı olduğuna inanır. Çünkü tarihin hareketi, insan bireylerinin hareketlerinin sonucudur. Tarih, toplumun hareketidir, toplumsa aslında insan bireyleri­nin ve insan türünün tecellisidir. İnsan türünü harekete geçirense aşk ve açlıktır. Schiller’in açlıktan amacı, maddi ve iktisadî içgüdüyü dindirmek için var olan bütün maddi gereksinimler ve eğilimlerdir. Aşktan amacıy­sa insandaki bütün manevi ve ruhanî eğilimlerdir; din, sanat, sevmek, ırk, din, ulus ve madde taassubu hep aşkın içindedir. Dolayısıyla, insanı harekete geçiren manevi yönelişler ve maddi gereksinimler, tarihe de ha­reket kazandırırlar. İnsandaki hareket, yetersizliği gidermek amacıyla olduğundan ve insan hep iktisadî yetersizliği, açlığı ve aşkı hissettiğinden, yetersizliği his­settiği her an ona doğru gider ve hareket böylece oluşur.

 

Schiller, bu açıklamayla Max Weber’in güçlüğünü ve Marx’ın çelişkisini gidermek istemiştir. Çünkü tarihte tecavüze ve yağmaya yönelik yüzde yüz iktisadî birtakım hareketler görüyoruz; bu hareketler dinî ve itikadî konu­larla -Max Weber’in dediği şekilde- hiçbir biçimde açıkla­namazlar. Ya da iktisadî kökeni bulunmaması, bireysel ve ırki gururlar türünden konular ya da dinî taassuplar için gerçekleşmemesi bir yana birçok maddi çıkarlarını da böylesi davranışlara, maceracılıklara ve öç alma ara­yışlarına feda eden birtakım hareketler vardır. Örneğin Nâdir Afşar ve Gazneli Mahmud, Hindistan’a ordu göndermiştir. Fakat Mahmud, Hindistan’ın servetini ve ha­zinelerini umarak gidip başarılı olmuş, büyük servetle dönmüş, servet arzusunu dini yayma ve tebliğ etme slo­ganı altında gizlemiş ve her yıl saldırısını yinelemiştir. Bahanesiyse yeni “La ilahe illallah” diyenlerin dinden dönme olasılığıydı. Oysa Nadir, büyük bir ordu hazırladı, köyleri boşalttı ve ülkenin üretimini durdurdu; sırf “Biz buyuz” diyebilmek için... Olabildiğince eksiksiz ve masraflı bir görkem ve debdebeyle yola düşüp doğru ya da yanlış, sadece yağma ve tecavüz etmekle kalmadı, on­ların ekmeklerini de yedi ve zaferden sonra da yenilgiye uğrayanın tacını başına yeniden koyarak geri döndü. Böyle bir aşk vurmuştu başına; öyleyse iktisat hani? İkti­sat işin içinde olsaydı, Mahmud gibi yağmalayıp alması, bunun adını da din koyması gerekirdi. Sultan Mahmud, İslam’ı ve tevhidi tebliğ, Sumenat’ı yıkmak, putları kır­mak ve mescit yapmak adına gitti, ama iktisadî yağma için gittiği ortadaydı. Nadir ise bunun tersine kesinlikle din ve maneviyat konusunu gündeme getirmedi ve ken­disini İslam mücahidi olarak adlandırmadı; çünkü karşı taraf da Müslüman’dı.

 

MAX WEBER VE KİŞİLİK KURAMI

 

Düşünmek ve düşünce insanî bir özelliktir. Sadece insan düşünebilir. Sadece insan girişten sonuca ulaşabi­lir. İnsan, çevresini tanımakla çevre üzerinde tasarrufta bulunabilir ve koşulları değiştirebilir. Var olduğu halde gerekmeyen birşeyi saf dışı bırakabilir; olmadığı halde istediği birşeyi de yaratabilir. Dolayısıyla insandaki dü­şünme yeteneğinin kendisi, insanın tarihteki hareket et­kenidir. İnsanın hayatında her otuz kırk yılda bir evlerin stili değişmiştir. Oysa karınca, bundan on beş yıl önce yaptığı yuvanın aynısını bugün de yapmaktadır. Hay­van, kendi türünün bütün ömründe, hayat şekline, barı­nağına ve çalışmasına en küçük bir değişiklik vermemiş­tir. İnsan ise bireysel ömründe bunları birçok kez değiş­tirmiştir. Bunun nedeni sadece ve sadece düşünme etke­nidir, başka birşey değil. Çünkü gereksinim etkenidir desek, hayvanların da gereksinimleri vardır. Üretkenlik etkenidir desek, hayvanlar da üretir. Kurt da, karınca da, arı da üretir, ama hep değişmez ve tekdüze biçimde. Değiştiren, sadece insandır. Kimi zaman, yaptığı deği­şiklikler maddî gereksinimini gidermek için değildir. Sa­dece değişiklik etkenidir. Yeni bir moda bulamaz ve aklı­na birşey gelmezse bile ceketini değişik biçimde giyer ve giyiminde değişiklik oluşturur. Bu, mantıklı bir gereksi­nim değildir; insana ait olan özel bir yeteneğin kendisi­dir. Ne çevredir, ne de gereksinimdir; çünkü hayvanlar­da da çevre ve gereksinim vardır. Hatta araç gereç yapı­mı ve çevrede değişim de değildir; çünkü öteki hayvan­larda da vardır. Çevreyi değiştiren ve kendini değişik kılan akıl ve düşüncedir; bu değişimse hareket demektir. Dolayısıyla tarihin etkeni, değişimi bireyde, toplumda ve tarihte oluşturan etkendir[3].



[1] "Hicret" ve "Muhaceret" konusunu daha fazla tanıyıp incele­mek için yine "İrşad"da yaptığım iki konuşmaya bakılabilir.

[2] O Meşhedli âlim şöyle diyordu: "Kim, birden ancak bir çıkar, diyebilir?" Oysa eşek bir birimdir; ama hem anırır hem de aynı zamanda yellenir!

[3] Öbür hafta öteki çeşitli öğretiler arasından, tarih felsefesinin oldukça ünlü üç öğretisini -Hegel, Marx ve Egzistansiyalizm- size arz edeceğim. Biri de ilahi meşiyyet olup artık açıklama­ma gerek yok; çünkü ne olduğunu anlıyoruz! Toplumda hep gündemde olan, ama tam anlamıyla açık olmayan diyalektiği tam olarak bağımsız bir konu olarak ele alacağım. Şu anlamda ki hem tarihi, hem toplumsal sistemleri, hem de insan ilişkile­rini -hissettiğimiz- diyalektik mantığı kullanıp formel man­tıkla karşılaştırarak çözümleyebiliriz böylece. Bense diyalek­tik mantığa çokça dayanırım.