Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki, sağcılık-solculuk, ilericilik-gericilik, bireycilik-toplumculuk gibi dualist (ikici) kategorizasyonlar, Batı terminolojisinin ürünüdür ve bu yüzden, bu gibi kavramların İslam’la ilişkisini (ya da ilişkisizliğini) tartışmadan önce, bu tür kategorizasyonlar konusunda ihtiyatlı bir yaklaşım sergilenmelidir. İkili (dualist) yaklaşımın kökenlerini Zerdüşt felsefesine ve antik Yunan’a kadar götürmek mümkün olmakla birlikte, modern anlamda bu yaklaşımın Descartes’ın kartezyen dualizmiyle başladığı söylenebilir. ‘Ruh’ ve ‘madde’yi birbirine indirgenemeyen iki ilke olarak gören bu yaklaşım, daha sonra Batı insanının ‘düşünme tarzı’ haline gelmiş ve yaygın olarak bilinen ikili kategorizasyonları üreten zemini oluşturmuştur. Buna göre, akıl ve iman ayrı kategorilerdir ve ilki nesnel ikincisi ise öznel alanla ilgilidir. Bu yüzden, ‘bilim’ akıl alanına ait bir faaliyet alanı iken, iman öznel davranışın konusudur. Kısacası ‘dinsel gerçeklik’, bu yaklaşımda ‘konu-dışı’dır. Batı düşüncesinde, bireyciliğin karşısına toplumculuğu, idealizmin karşısına realizmi, ilericiliğin karşısına gericiliği vs. yerleştiren, işte bu ikici zihniyettir. Buna göre, bir kişi ya bireyci olur ya toplumcu, ya realist olur ya idealist, ya ilerici olur ya gerici! Bu ikisinin arasında veya ötesinde bir yer yoktur. Var olan da ancak ‘melez’ karakterlidir ve sahici bir varlık ifade etmez. İşte sağcılık ile solculuk kavramlarını birbirlerinin karşısına yerleştiren de aynı zihniyettir. Buna göre bir kişi ya sağcıdır ya da solcu. İkisinin arasında (veya daha doğrusu ikisinin ‘dışında’) bir yer yoktur. Bir başka ifade ile, kişi, çoğunlukla sağcılığın ekonomi görüşünü temsil eden kapitalizmi ya da solculuğun ekonomi görüşünü temsil eden sosyalizmi tercih edecektir. Bu ikisinin ortasında ancak ‘karma ekonomi’ anlayışı yer alabilir ki, bu da orijinal değil, ancak ‘melez’ bir modeldir. Her üçü de olmayan bir başka modelin olabilmesi ise zaten mümkün değildir!
İşte Müslüman, önce bu yaklaşımı eleştirmeli ve Batı dualizminin izlerini taşıyan kategorizasyonlar konusunda ihtiyatlı olmalıdır. Bu demek değildir ki, ikici karşıtlığı gerektiren kategorizasyonların tamamı yanlıştır. Hayır, bu tasnifin yapılacağı alanlar vardır ancak her alanda aynı tartışmayı yürütmek doğru değildir. Örneğin, beyaz-siyah zıtlığı konusunda ikici tasnif doğrudur. Zira bu iki renk birbirinin zıddıdır ve arada melez tonlar (yani grinin tonları) da vardır. Fakat bütün renkleri beyaz-siyah zıtlığıyla açıklamak yanlıştır. Çünkü beyaz, siyah ve gri dışında da renkler (mavi, yeşil, sarı, kırmızı vs.) vardır. İşte beyaz-siyah zıtlığının dışına çıkmak, tartışmanın ‘zemin’ini değiştirmek anlamına gelir ve zemin değiştiğinde tartışmanın ‘mahiyet’i de değişir. (Küfr-iman, erkek-dişi gibi başka bazı ikici tasniflerde ise farklı yaklaşımlar sergilenmelidir. Örneğin, bir kişi ya inanır ya inkar eder; bu ikisinin arasında başka bir kategori yoktur. Hakeza, erkek-dişi zıtlığının da farklı bir mahiyeti vardır. Zira burada, tıpkı beyaz-siyah zıtlığında olduğu gibi, erkek-dişi dışında ancak çift-cinsiyetlilik gibi bir üçüncü kategori olabilir ama bu üç cinsiyetin dışında ‘farklılık’ belirten başka bir kategori yoktur). Bireycilik-toplumculuk, realizm-idealizm, ilericilik-gericilik, sağcılık-solculuk gibi dualist kategoriler için de beyaz-siyah dualizmiyle ilgili yaklaşımı sergilememiz mümkündür. Bu tür dualist kategoriler ‘belirli’ bir zemin üzerinde yapılan tartışmanın sonucu olarak üretilmişlerdir ve bu zemin değiştiğinde bu kategoriler anlamlı olmaktan çıkarlar.
Buradan yola çıkarak, sağcılık-solculuk tartışmasına ilişkin şunları söyleyebiliriz. Bilindiği gibi sağcılık ve solculuk, Fransız Devrimi’nden sonra kurulan meclisin ‘sağında’ ve ‘solunda’ oturan grupların pozisyonlarını ima eden sembolik terimler olarak türemişlerdir ve yaşadıkları kavramsallaşma sürecinden sonra da siyasal ve sosyal içerikler kazanmışlardır. Sağcılık çoğunlukla, gelenekçilik, dindarlık, muhafazakârlık gibi kavramlarla özdeşleştirilirken, solculuk değişim yanlısı, seküler, ilerlemeci olmakla özdeşleştirilmiştir. Zamanla sağcılık burjuvazi, kapitalizm ve hatta liberalizmle, solculuk da işçi sınıfı ve sosyalizmle özdeşleştirilen kavramlar haline gelmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, bu tartışmanın Batı toplumları için ifade ettiği anlam ile Batılı olmayan toplumlar için ifade etmesi gereken anlamın özdeşleştirilmemesi gerektiğidir. Yani ‘zemin’ üzerinde hassas olunmalıdır. Evet, sağ-sol kavramları gerçekten de Batılı insan için ‘anlamlı’dır. Çünkü bazı özel tercihleri temsil eder. Fakat aynı zemin Batılı olmayan toplumlar için aynı derecede bir anlam taşır mı? Taşımaz, taşımamalıdır. Çünkü Batılı olmayan toplumlar, Batı toplumlarına özgü tarihsel şartları aynı şekilde (veya aynı yoğunlukta) yaşamamıştır. Bunun sosyal, siyasal ve ekonomik nedenleri olduğu gibi kültürel, dini, ideolojik nedenleri de vardır. Her iki neden kategorisi de önemlidir ve bir değerlendirme yapıldığında buralardan hareket edilmelidir.
Daha açık ifade etmek gerekirse, örneğin Türkiye gibi Batılı olmayan bir kültürün ve tarihsel şartların ürünü olan ülkelerde sağ-sol tartışmasının asli bir değeri yoktur. Hatta bu ülkede bir çok kişi kendisini sağ veya sol ideolojilere mensup olarak görse bile, bu böyledir. Ancak fiiliyata baktığımızda, bu kavramların Batı düşüncesinin etkili olduğu 20. yüzyıl boyunca bir çok İslam ülkesinde kullanıldığını ve bu ülkelerde yaşayan bir çok insanın da kendisini ‘sağcı’ veya ‘solcu’ olarak tanımladıklarını görebiliyoruz. Hatta kimi zamanlarda bu ikisi dışında başka bir kategorinin varlığının dahi kabul edilmediğini de biliyoruz (Örneğin Türkiye’de özellikle de Cumhuriyet’in ilanından sonraki on yıllarda Müslümanların ‘sağcı’ kategorisi içerisinde görüldüğü malumdur. Bu ülkede, bir kimlik izhar eden ‘İslamcı’ teriminin yaygın olarak kullanımı ancak 1970’li yıllardan sonra mümkün olabilmiştir). Bilinmelidir ki, bunun nedeni, esas itibarıyla, kimlik bunalımıdır. Batılı olmayan toplumlar, Batı düşüncesi karşısında direnememiş ve sonuçta ‘parçalanmış kimlikler’ ortaya çıkmıştır. Bu kimlikler ise, kendi benliğinin bilincinde olmayan ama Batı’ya ‘öykünen’ karakterler üretmişlerdir. Sağcı ve solcu kimliklerinin Batılı olmayan toplumlarda benimsenmesinin asli nedeni budur.
Bu, aynı zamanda şu demektir: Müslümanlar kendi kimliklerinin bilincine vardıklarında kendilerini sağcı-solcu gibi başka kategoriler altında görme yaklaşımını da terk edeceklerdir. İşte bu, tartışmanın zemininin değişmesi demektir. Evet, Müslüman ne ‘sağcı’ olabilir ne de ‘solcu.’ Çünkü Fransız meclisinin sağında veya solunda oturan gruplardan onun bir farkı vardır: o, bu meclise karşıdır! Sağcı ve solcu, meclisin varlığıyla anlamlı iki kategoridir. Eğer meclis varsa, sağ ve solun anlamı vardır. Fakat Müslüman, bu meclise giremez. Çünkü bu meclis, “hakimiyet kayıtsız-şartsız milletindir” ilkesi üzerine kurulmuştur. Bu meclisin üyeleri ister sağda ister solda otursunlar, ‘mümin kul’ değil, ‘vatandaş’tırlar. Bu meclisin üyeleri ister sağda otursunlar ister solda otursunlar, vahyi değil, ‘aklı’ esas almışlardır. Bu meclisin üyeleri, ister sağda otursunlar ister solda otursunlar, Allah’ın tek ilah oluşuna değil, bilimsel hakikate inanırlar. İşte bu nedenle Müslüman, bu meclisin ne sağında oturabilir ne solunda. İşte bu yüzden Müslüman ne ‘sağcı’ olabilir ne de solcu!
Müslümanın sağcı ve solcu olamayacağını söylemek, bizi ‘aşma’ kavramına götürür. Müslüman bu düzlemin ne sağında ne solunda ne de arasında bir yerde değilse, o zaman nerededir? Müslüman, bu düzlemin dışında (‘ötesinde’) bir yerdedir. O, epistemolojik ve ontolojik olarak başka bir dünyaya aittir. O, kendi dünyasını kurmalıdır. Bu dünyada onun başka bir kimliği vardır. O, bir inanan bir kuldur. O, yaratma ve emretmenin Allah’a ait olduğuna inanır. O, ‘özgür’ olmadığına, kendine verilen nimetlerden sorulacağına inanır. O, yaratma ve emretmenin Allah’a mahsus olduğuna inanır. İşte bu yüzden, o, ne ‘vatandaş’tır; ne ‘işçi’dir ne de ‘birey’dir. Bunlardan biri olmadığı için de, o, ne ‘sağcı’dır ne solcudur; ne ilericidir ne gericidir; ne liberaldir, ne sosyalisttir. Bütün bu kategoriler onu tanımlamak için uygun kavramsal aletler olamazlar. O, kendi özgün kavramlarının tanımladığı, kendine özgü ‘kimliği’ ve ‘benliği’ olan biridir. Ve bu özellikleriyle o, her zaman olduğu gibi, bugün de yarın da insanlığın ‘model’ alacağı bir kimliğin sahibidir. Evet, “ben Müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim vardır?!” (Fussilet:33)
Kaynak: Nida Dergisi, www.nidadergisi.com
|